Kapitalist ekonomi dünya ölçeğinde büyük bir krizle sarsılıyor. Kısa aralıklarla birbirini takip eden her bir kriz, bir öncekini aratır durumda. Burjuva iktisatçılar her krizle birlikte daha tedirgin ve daha korku dolu açıklamalar yapıyorlar. Ne kadar korksalar yeridir. Zira 80’li yıllarla birlikte burjuvazinin tüm dünyada başlattığı neo-liberal saldırı programı, son dönemlerde işçi-emekçi kesimler cephesinde giderek artan bir direnişle karşılaşıyor. Sosyal haklarına, sendikal örgütlülüklerine, yaşam ve çalışma koşullarına dönük dizginsiz kapitalist sömürü saldırısına karşı Haiti’den Vietnam’a, Mısır’dan Yunanistan’a, İtalya’dan Moğolistan’a, Fransa’dan Arjantin’e, Nijerya’dan Avustralya’ya kadar dünyanın her köşesinde işçi sınıfı, grevlerle, direnişlerle, sokak gösterileriyle, isyanlarla, çatışma ve barikatlarla “artık yeter” diyor. 90’lı yılların sonundan bu yana dünya işçi sınıfı kendi iniş çıkışları içinde dalga dalga mücadele alanlarını doldurdu. Ne var ki, benzer bir gelişmeyi son dönemlere kadar Türkiye işçi sınıfında göremiyorduk. 90’lı yılların ortalarından itibaren kıpırdanmaya başlayan Türkiye işçi hareketi, ‘99 depreminin ve 2000’lerin başındaki krizin ardından neredeyse tümüyle uykuya yatmıştı. Ama son dönemlerde grev ve işyeri direnişlerinde gözlemlenen bazı yükselişler, dünya işçi sınıfı ordusunun Türkiye bölüğünün de hareketleneceğinin işaretlerini vermeye başlıyor.
2000’li yıllardaki krizden sonra rekor üstüne rekor kırdığı açıklanan Türkiye ekonomisinin bugün dünyanın on yedinci büyük ekonomisi haline geldiği söyleniyor. Bu ekonomik büyümeye rağmen, reel ücretler yerinde saymak bile değil giderek geriliyor. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı, asgari ücretin beş katına çıkmış durumda. İş yasalarında burjuvazinin lehine yapılan son değişikliklerle birlikte, ücretli emek kölelik koşullarına bir adım daha yaklaşmış bulunuyor. İşgünü giderek daha da uzuyor, günde ortalama 11-12 saatlik çalışma rutinleşmiş bulunuyor, üstelik de çok daha ağır ve yorucu bir tempoyla birlikte. Birçok fabrikada vardiyalar üçten ikiye düşürülüp 12 saatlik çalışma dayatılırken, işçiler yollarda harcadıkları zamanla birlikte günlerinin 14-15 saatini en ağır koşullarda, sefalet ücretleri karşılığında çalışarak geçirmek zorunda kalıyorlar. Bu yoğun ve uzun çalışma koşulları kaçınılmaz olarak tüm sektörlerde artan iş cinayetlerini de beraberinde getiriyor. Pek demokrat geçinen büyük burjuvazi ve onun siyasal temsilcisi durumundaki AKP hükümeti, üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen, 12 Eylül faşizminin sendikalar ve grev yasalarına getirdiği sınırlayıcı engellere dokunmaya niyeti olmadığını defalarca ispat etmiş durumda.
Bu dizginsiz sömürü koşulları, işçi sınıfında yıllardır alttan alta bir öfkenin ve mücadele arzusunun birikmesine yol açmıştır. Zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve bu zincirin yükünü her geçen gün daha ağır olarak hisseden ücretli kölelerin, seslerini eninde sonunda yükseltecekleri kesindir. Bugün içine girdiğimiz süreç yeni bir dönemin yalnızca başlangıcıdır, bir yükselişin daha yalnızca ilk işaretleri ortaya çıkmıştır. Ama bu kadarı bile işçi sınıfının ne muazzam bir potansiyele sahip olduğunu, onun küçük bir kıpırdanışının bile burjuvazinin ve uşaklarının ödünü koparmaya yeteceğini göstermektedir. Bugün AKP hükümeti 1 Mayıs’ın altını boşaltarak onu resmileştirmek zorunda hissediyorsa, TÜSİAD bunu bile yetersiz bularak işçi kelimesini ağzına almadan da olsa 1 Mayıs’ın resmi tatil ilan edilmesi gerektiğini açıklıyorsa, bunun tek sebebi, işçi hareketinde yaşanacak bir canlanmadan duyulan korkudur.
* * *
Burjuva ideologlar ve yazar-çizer takımı son yıllarda Anadolu sermayesinin atağa geçtiğinden bahsetmekten ve bu sömürücü asalaklar takımını, bu sırtlanları “Anadolu kaplanları” olarak adlandırmaktan çok hoşlanıyorlar. Onlar güllük gülistanlık bir Anadolu kapitalizmi manzarası çizedursunlar, emek olmadan hiçbir zenginliğin yaratılamayacağını, işçi sınıfının ürettiği artı-değere el konmadan patronların semirip gelişemeyeceğini kanıtlamak istercesine Anadolu’da bir başka atak da söz konusudur. Anadolu işçi sınıfı son yıllarda bu azgın sömürü karşısında sessiz kalmayacağını göstermeye başlamıştır. Gelişen kapitalist ekonomi Anadolu kentlerinde de işçi sınıfını giderek büyütüp güçlendiriyor; kırla ilişkileri giderek kopan, yalnızca nesnel-sınıfsal anlamda değil bilinç anlamında da giderek proleterleşen emekçiler mücadeleye atılmaya başlıyorlar. Anadolu kentlerinde geçmişle kıyaslandığında belirgin bir mücadele eğiliminin gelişmeye başladığını görüyoruz. Grev ve direnişlerin sayısı geçmiş yıllara göre artmakla kalmıyor, bunların içerisinde başarıyla sonuçlananların sayısı da giderek artıyor. Bu başarı ve kazanımların işçilerin yeni mücadelelere atılmalarında ve mücadelelerini yalnızca kendilerine değil, sınıfın diğer bölüklerine de moral aşılayarak sürdürmelerinde çok önemli bir rolü vardır. Başta gıda ve metal sektörü olmak üzere, “taşra”da gelişen sektörlerde işçilerin sendikalaşma doğrultusunda belirgin bir çabaları söz konusudur.
Deri, ilaç ve metal sektöründe özellikle işten atılmalara karşı gelişen küçük direnişler ve bunların bir kısmının başarıyla sonuçlanmasıyla geçen yılın baharında başlayan canlanma süreci, daha büyük çapta grev ve direnişlerle devam ederek 2007 yaz aylarında hız kazanmıştı. Bunda devlet sektöründeki toplu sözleşme süreci belirleyici oldu. Mücadeleci bir geleneğe sahip Hava-İş sendikasına bağlı işçiler, burjuva hükümetin ve burjuva medyanın muazzam basıncına, öfkesine, kin kusmasına ve işi vatan hainliği suçlamasına götürecek kadar ileri gitmesine rağmen kararlılıklarından ve grev ısrarından vazgeçmediler. Uzun bir aranın ardından ilk kez sınıf mücadelesinin bir merhalesi siyasal gündemin ilk sıralarında yer aldı. Burjuva hükümetin türlü oyunlarıyla gidilmek zorunda kalınan grev oylamasından da başarıyla çıkılmasıyla birlikte işçiler moral üstünlüğü ele geçirdiler ve burjuvazi geri adım attı. Bu durum tekstil sektöründe de etkisini gösterdi. Tabanın basıncı, Teksif sendikasının işçilere bir kez daha ihanet ederek “sıfır zam” sözleşmesini imzalamasının önüne güçlü bir engel olarak dikildi. İmzalanan toplu sözleşme işçiler açısından hiç kuşkusuz son derece yetersiz olsa da, yine de sınıfın geneli üzerinde moral bozucu değil moral verici bir etki yarattı.
Aynı sürecin bir uzantısı olarak gelişen Telekom grevi ise 2007 yılında sınıf hareketine damgasını vurdu. Telekom’da örgütlü binlerce işçinin greve gitmesi sayesinde, 2007 yılında greve giden işçi sayısı bir önceki yıla göre 12 katına, grevde kaybedilen işgünü sayısı ise 8 katına fırlayıverdi. Telekom grevi burjuvazinin çok daha büyük bir tepkisiyle ve doğrudan devlet terörüyle karşı karşıya kaldı; yüzlerce işçi gözaltına alındı. 46 gün süren grev 12 Eylül sonrasındaki en büyük grevlerden biri ve aynı zamanda Haber-İş sendikasının tarihindeki ilk grev idi. Böylelikle bu sendika üyesi işçiler de grevin ne demek olduğunu öğrenmekle kalmadılar, aynı zamanda sendika merkezinin bugüne değin ne denli ihanetçi bir çizgi izlediğini, milliyetçiliğin işçileri uyutmak üzere kullanılan bir zehir olduğunu da görme olanağına kavuştular. Sendika yönetimi işçilere danışmadan grevi bitirmiş ve toplu sözleşmeyi imzalamış olsa da, bu grev hem Telekom işçilerine çok şey öğretmiş hem de sınıfın geri kalan kesimlerine büyük moral depolamış oldu.
Aynı dönemde büyük bir başarıyla sona eren Novamed grevini de unutmamak gerekir. Sendikal mücadele tarihinde ilk kez, çalışanların yalnızca dörtte birinin katıldığı bir grev başarıyla sonuçlanmış oldu. Antalya serbest bölgesinde sendikalaşma mücadelesi sonucunda ortaya çıkan ve ilk kez başarıyla sonuçlanan bu grev, grevcilerin 2’si dışında tümünün kadın işçilerden oluşması nedeniyle de büyük bir anlam taşıyordu. 83 işçinin tam 447 gün süren direnişi, sınıf dayanışmasının önemini de bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Ulusal sınırların ötesine taşan ciddi bir dayanışma kampanyasıyla desteklenen bu grev, kadın işçilerin patron, polis, çevre ve aile baskısına rağmen gösterdikleri sonsuz sabır ve kararlılık sayesinde başarıya ulaştı. Bu grevlerin hepsi de grevin bir blöf değil mücadele silahı olduğu gerçeğini sendika bürokratlarının suratına çarpmaktadır.
Bu grevlerde ortaya konan kararlılık ve mücadele azmi, önce Balıkesir’deki Yörsan direnişi ve Ankara’daki TEGA grevinde, ardından da TEKEL işçilerinin tüm Türkiye’ye yayılan mücadelesi ve Tuzla tersane işçilerinde yankısını bularak sınıf hareketini bir adım daha ileri taşımıştır. Tersane işçilerinin protesto eylemlerinin bir günlük de olsa fiili ve “yasadışı” bir greve evrilmesi, sınıfın özgüveninin gelişmekte olduğunun somut bir göstergesidir. Aynı şekilde işlerine sahip çıkan TEKEL işçilerinin dişe diş mücadelesi, işyerlerini işgal etmeleri ve yükselttikleri seslerini Ankara’da tazyikli suyla gerçekleştirilen saldırı karşısında bile kısmamaları, sınıf hareketinde yeni bir perdenin açılmakta olduğunun belirtileridir.
Bu eylemlilikler işçi kitlelere moral ve mücadele azmi aşılıyor. 14 Mart direnişi bu açıdan özel bir yer işgal ediyor. Tüm yurt sathında yüzbinlerce işçinin iş bırakma eylemleri ve protestolarıyla son yılların en büyük katılımlı eylemlerinden biri gerçekleşmiş oldu. Bu direniş, hükümeti, göstermelik de olsa konuyu bir kez daha sendikalarla görüşmek zorunda bıraktı. Ne var ki, yine de sendikal bürokrasinin ihanet batağına saplanmaktan kurtulamadı. Havanın işçiden yana dönmekte olduğunun kokusunu alan sendikal bürokrasi, daha ileri gitmesi durumunda sınıf hareketinin kendi kontrolünden çıkacağı endişesiyle, mevcut potansiyeli pörsütme yoluna girdi. Yasaya ilişkin olarak hükümetle yürütülen müzakerelerde, Türk-İş merkezi açıkça ihanet ederken, DİSK ve KESK yönetimleri tabandan gelen basıncın etkisiyle son anda “mutabık olmadıklarını” beyan etmek zorunda kaldılar. Ama onlar da sınıf hareketini doğrudan eyleme kanalize etmektense, onun havasını boşaltacak, tepkileri zamana yayarak pörsütecek bir protestoculuktan başka bir perspektif sunmadılar. 1 ve 6 Nisan eylemleri işçilerin mücadele isteğini dışa vurmuş olsa bile, bu bürokrasiler, yasa tümüyle geri çekilinceye kadar işyerlerinde aktif bir direniş perspektifini ısrarla karartıyorlar. Miting alanlarında genel grev ilan edilmelidir diye haykıran bu bürokratlara sormak gerekmez mi, bu grev ilanını kimden bekliyorsunuz?
* * *
Uzun bir dönem boyunca sessiz kalan ve mücadeleden çekinen işçi kitleleri açısından, başarıyla biten bir grev ya da direnişin ve hatta sonuca ulaşan bir sendikal örgütlenme girişiminin bile ne denli önem taşıdığı açıktır. Son dönemde yaşanan hareketlilik vesilesiyle bir kez daha görüyoruz ki, kendi gücüne güven duyan bir işçi sınıfının önünde hiçbir güç duramaz; yeter ki, ona bu güveni aşılayacak olumlu örneklerin sayısı artsın. Diğer taraftan asla unutmamak gerekiyor ki, sendikal örgütlülüklerin verili durumu hesaba katıldığında, bu örgütlülükleri bugün harekete geçirebilecek olan yegâne faktör aşağıdan gelen bir basınçtır. İster sıradan üyeler düzleminde, isterse de temsilcilik ya da şube düzeyinde olsun, yalnızca yukarıdan harekete geçme direktifi bekleyen bir anlayışın işçi sınıfına hiçbir hayrı dokunamaz. Dolayısıyla bir kez daha vurgulamak gerekiyor ki, işçi hareketinin ileri bir adım atmasında ve sendikal krizi aşmasında kilit rol, taban inisiyatiflerinde ve taban hareketindedir. Bunu geliştirmenin sorumluluğu ise herkesten önce tabandaki devrimci işçilerin sırtındadır. Son dönemde yaşanmaya başlayan kıpırdanma örnekleri bunu fazlasıyla kanıtlamaktadır.
Sendika yönetimlerine yönelik taban basıncında hissedilir bir artış olduğu apaçık ortadadır. Bunu, Telekom grevinde de, tekstil sözleşmesinde de, SSGSS’ye karşı mücadelede de görmek mümkündür. Türk-İş içindeki çeşitli sendikaların konfederasyon merkezlerine rağmen çeşitli eylemlerde aktif tutum almak zorunda kalmaları da bu basıncın bir sonucudur. Tabandan gelen basınç bu bürokratlara, ne sağlık ve sosyal güvenlik hakkının, ne de kıdem ve ihbar tazminatlarının burjuvaziyle girişilecek bir pazarlık konusu olmadığını da eninde sonunda gösterecektir. İşçi sınıfı, uzlaşmaz bir hükümet karşıtlığı görüntüsü altında göz boyayan sendika bürokratlarına değil, sınıfa karşı sınıf perspektifiyle mücadelenin önünü açacak militan işçi önderlerine ihtiyaç duyuyor.
İşçi hareketindeki her kıpırdanış, sınıfın devrimci potansiyeline duyduğu inancı bir an olsun kaybetmeyen, kapitalizmi yıkacak tek tutarlı devrimci sınıfın o olduğunu ısrarla vurgulayan, yeni icat arayışlarına, maceracılığa ve lafazanlığa prim vermeyip ısrarla işçi sınıfının örgütlenmesi doğrultusunda çaba gösteren Marksistler açısından sevindirici ve umut vericidir. Ama her hareketlenme, sınıf devrimcilerine düşen görev ve sorumluluğun ne denli büyük olduğunu da bir kez daha gösterir. Kendiliğinden hareketlenmeler sınıf mücadelesinin hiçbir sorununu köklü ve kalıcı bir biçimde çözemez. Tersine, devrimci Marksist bir siyasal önderliğin olmadığı koşullarda, işçi hareketi gerek sendikal bürokrasi aracılığıyla gerekse de reformizmin etkisiyle bir kez daha düzen sınırlarında boğulmaya çalışılır.
Sınıftan bu denli koparak hem burjuvaziyle hem de onun devlet aygıtıyla iç içe geçen sendikal üst bürokrasinin, kendine has politik-iktisadi çıkarları olan bir burjuva siyasi ekip gibi davrandığı asla akıldan çıkarılmamalıdır. Hele bugün burjuvazi içindeki kapışma bu denli yoğunlaşmışken, sendikal bürokrasinin işçi sınıfını bu kapışmanın taraflarından birinin payandası haline getirmeye dönük girişimlerine karşı son derece uyanık olunmalıdır. Bu noktada, içi bir bütün olarak burjuva düzene karşı mücadele kararlılığıyla doldurulmamış bir AKP karşıtı söylemin, mücadele etme azmindeki işçilerin gözünü boyayarak Kemalist darbeciler cephesinin ekmeğine yağ süreceği de unutulmamalıdır.
Sendikal bürokrasinin siyasal manevralarına karşı uyanıklığı elden bırakmak, onun kuyruğuna takılarak onun hakkında yanılsamalar üretmek ne denli tehlikeliyse, bu gerçeklikten yola çıkarak, sendikaları ve sendikal mücadelenin önemini küçümsemek de o denli tehlikelidir. Marksist Tutum olarak, militan bir sendikal anlayışı tabandan başlayarak tüm sendikalara hâkim kılmanın ne derece zorunlu olduğunu bıkmadan usanmadan vurguladık, vurguluyoruz. Son dönemde sendikal mücadele bağlamında yaşanan canlanma belirtileri de, sendikaların işçi hareketi açısından taşıdığı önemin zerre kadar azalmadığını göstermiştir. Bu durum, militan bir sendikal anlayışın sendikalara hâkim kılınması durumunda yaşanacakların da küçük bir ipucudur. İşçi sınıfı ve onun örgütleri muazzam bir potansiyel barındırmaktadır, yeter ki ona ilişkin doğru tutumlar geliştirilebilsin, düzgün bir anlayışla, doğru bir tarzla, sabırla ve inatla örgütlenilsin!
link: Oktay Baran, Militan Bir Sendikal Mücadele İhtiyacı, Nisan 2008, https://fa.marksist.net/node/1791
Kapitalizm İnsanlığı Açlığa Mahkûm Ediyor
301’de Değişen Bir Şey Yok!