Tekel işçileri, bir buçuk ay boyunca, kışın yağmuruna, karına, soğuğuna, devletin biber gazlı, basınçlı sulu, coplu saldırılarına, AKP hükümetinin yalan ve iftira kampanyalarına, sendikalarının ve Türk-İş yönetiminin oyalamalarına rağmen direnmeyi sürdürdü. “Dönmeye değil, ölmeye geldik” şiarında temsil olan kararlılıkla “genel direniş” çağrısıyla mücadeleye atıldılar ve mücadeleden çok şeyler öğrendiler.
Öğrendikleri şeylerin en başında kuşkusuz, AKP hükümetinin de diğer burjuva hükümetler gibi işçi düşmanı ve sermaye düzeninin bekçiliğini yapan bir hükümet olduğu gerçeği geliyor. Başbakanın utanmazca yinelediği “yatarak para kazanıyorlar”, “devletin malını yiyorlar” şeklindeki iftiraları, maliye bakanının “merhamet etmekle kabahat ettik” şeklindeki pişkin açıklamaları, AKP’nin burjuva sınıf tabiatını yeterince açıklıkla ortaya koyuyor. Yatarak para kazanmak, kapitalist toplumda işçilere değil, sermaye sahiplerine mahsus bir ayrıcalıktır. Yatarak para kazanma, her türlü yolsuzlukla emekçilerden toplanan vergileri hortumlama ve kendi kasalarına aktarma, emekçi fonlarını yağmalayarak bunu kendilerine sermaye edinme, birkaç yıl içerisinde holding sahibi olma gibi konular sermaye çevrelerine has özelliklerdir. Nitekim bu özellikler, son dönemlerde AKP’nin çevresinde toplaşan yeni yetme burjuvaların gösterdiği “üstün performans”la da kanıtlanmıştır! Bugün işçilerin yatarak para kazandıklarını iddia edenler, işçilerden sömürdükleri artı-değerle zenginliklerine zenginlik katarak yaşamayı iyi bilenlerdir. Onlar hiç utanmadan, yıllardır sömürülen kamu işçilerini önce fabrika ve işletmelerini kapatarak atıl duruma düşürmeyi, üretken işçileri üretemez hale getirmeyi, sonra da havadan para kazanıyorsunuz diye suçlayarak sokağa atmayı, geleceklerini karartmayı da çok iyi bilirler. Tekel’in özelleştirilme süreci bu durumun tipik bir örneğidir.
Tekel’de özelleştirme süreci ve 4/C
Tekel işçilerini haftalardır inatçı bir direnişe sürükleyen özelleştirme süreci bugün yeni başlamış bir süreç değil. Tersine bugün işçileri sokağa döken gelişmeler aslında bu sürecin son aşamasına ve tamamlanmasına denk düşüyor. Bu durum aynı zamanda tütün işçilerinin direnişinin zayıf noktalarının da temellerine işaret ediyor.
Tekel, DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde 2001 Şubatında özelleştirme kapsamına alınmış, 2002 Ocağında Özelleştirme İdaresine devredilmiş ve ardından da anonim şirket haline dönüştürülmüştü. AKP döneminde 2003 yılında ise bu anonim şirket çeşitli parçalara bölünmüş, her bir parça bağımsız bir anonim şirket olarak satışa çıkarılmıştı.
Tekel’in içki bölümü 2004 yılında kasasında bulunan 350 trilyona yakın parası ve deposundaki içki stokuyla birlikte bir konsorsiyuma devredilmiş, ardından iki yıl sonra da içki bölümünün yüzde 90 hissesi bu konsorsiyum tarafından neredeyse üç katı fiyatla bir Amerikan şirketine satılmıştı. Bu süreçte on yedi fabrikadan sekiz tanesi kapatılmıştır. Özelleştirmeden önce 3600’den fazla işçi çalıştıran bu fabrikalarda bugün 300 civarında bir istihdam söz konusudur! İşsizliğe mahkûm olan yalnızca fabrika işçileri değildir; Tekel için üzüm üretiminde tümüyle örgütsüz ve sosyal bir güvencesi olmadan çalışan binlerce tarım işçisi de bu süreçte sefalete sürüklenmişlerdir.
Tekel’in tütün ürünleri bölümü ise 2008 yılında British American Tobacco’ya satıldı. Bu satışın da işçiler açısından sonuçları aynı oldu. Satış sonrasında İstanbul, Adana, Bitlis, Malatya ve Tokat sigara fabrikaları kapatıldı, yalnızca tek bir fabrika bugün faaliyettedir. 2001 yılında Tekel’de çalışan 26.500 tütün işçisinden bugün 14 binden fazlası işini kaybetmiş, zorunlu emekliliğe ayrılmış ya da hak kayıplarıyla farklı işlere yerleştirilmiştir. Geri kalan 12 bin işçi halen Tekel’e ait 56 yaprak tütün işleme merkezi ve deposunda çalışmaktadır. Bu kapatmalar tütün üretimini de baltalamış, üretim yüzde 60’a yakın oranda düşmüş ve geçimini tütünden sağlayan 280 bin küçük üretici ve bu sayıyı misliyle katlayan tarım işçisi sefaletle boğuşmaya başlamıştır.
Bugün bu 56 işletmenin de kapatılması ve geriye kalan 12 bin işçinin de ya 4/C statüsünde sefalet ücretleri ve kölelik koşullarında başka devlet işletmelerinde çalışmayı kabul etmesi ya da tazminatlarıyla birlikte işten atılması söz konusudur. Nitekim 2004 yılından bu yana özelleştirmeye tâbi tutulan çeşitli işyerlerinde uygulamaya geçirilen ve giderek yaygınlaştırılan 4/C statüsü, işçiler açısından neredeyse tüm haklardan mahrum olarak kölece ve üstelik de geçici işlerde çalışmak anlamına geliyor. Bu statüde çalışan bir işçi, yasaya göre ne işçidir ne de “memur”, dolayısıyla her ikisinin de haklarından mahrumdur: zorunlu fazla mesaiye kalır ancak fazla mesai ücreti alamaz; asgari ücret civarında bir ücret alır, ancak onu da yılın iki ayında zorunlu ücretsiz izne çıkartılacağından dolayı sadece on ay boyunca alabilir; her 10 ayda bir sözleşmesini yenilemek zorundadır ama hiçbir iş güvencesi yoktur, dahası sözleşme feshi durumunda ihbar ve kıdem tazminatı da dahil olmak üzere hiçbir tazminat hakkı yoktur; sendikaya üye olması kanunla yasaklanmıştır; tayin, terfi ve diğer özlük hakları da yoktur. Haftalardır süren Tekel direnişinin işçiler açısından temel hedefi, bu “işsizlik ve açlık mı yoksa sefalet ve kölelik mi?” dayatmasını parçalamaktır.
Bekleyişten direnişe…
Tüm bu süreç boyunca gerek Tekel’e bağlı fabrika ve işletmeler özelleştirilirken gerekse de satılan fabrikalar kapatılırken işçiler kimi bölgelerde çeşitli eylemlilikler sergilemiş olsalar da, bu eylemlilikler yeterince kararlı ve militan biçimlere bürünemedi. Böylesi bir mücadele deneyiminden yoksun olan Tekel işçileri, bugün militan bir çizgiyi gerektiren hak arama mücadelelerine gecikerek, yeterli deneyimden, etkin ve dinamik bir iç örgütlülükten ve anlamlı bir hazırlıktan yoksun olarak girmek zorunda kalmışlardır. Tekel işçilerinin direnişinin can yakıcı zayıf noktası da burasıdır.
Hiç kuşkusuz bu durumun temel nedenlerinden biri, Tekel işçilerinin örgütlü bulunduğu Tekgıda-İş sendikasının sınıf mücadeleci bir anlayıştan tümüyle uzak olan sınıf uzlaşmacı çizgisiydi. “Tekel vatandır, satılamaz” şeklindeki içi boş milliyetçi demagojiyi öne çıkaran Tekgıda-İş, özelleştirmelerle birlikte gündeme gelen işten atmalara, taşeronlaştırmalara, hak gasplarına karşı militan bir mücadele için işçilerin ihtiyaç duyduğu bir sendikal önderliği ortaya koymaktan uzaktı ve halen de öyledir. Sendika bürokratları, işçilerin şu veya bu düzeydeki tepkilerini bir üst boyuta taşıma gayreti yerine, bu tepkileri dizginleme, yatıştırma ve pörsütme yolunu tutmuşlardır. Diğer taraftan KİT işçilerinin çoğunluğunda olduğu gibi Tekel işçilerinde de hâkim olan “milliyetçi”, “muhafazakâr”, “sağ” eğilimler, işçilerin muhafazakâr burjuva hükümetlerin yalanlarına daha kolaylıkla aldanmasına yol açmıştır. Özelleştirme sürecinde burjuva AKP hükümetinin “kimseyi mağdur durumda, aç ve açıkta bırakmayacağız” şeklindeki yalanları işçiler arasında iyimser bir beklenti yaratabilmiştir. Bu beklenti ve aldanış, son ana kadar işçileri militan bir mücadeleye girişmekten alıkoyan başlıca faktörlerden biridir. Ancak hiç kuşku yok ki, bunun da baş sorumlusu sendika bürokratlarıdır.
İşçi sınıfı kitlelerinin ancak mücadeleden ve mücadele içinde öğrenebileceğini biliyoruz. İşte bu noktada bürokratların uğursuz rolü devreye girmektedir. Nitekim devrimci ve sosyalist işçileri türlü oyunlarla tasfiye eden ya da etkisizleştiren, işçilerin mücadele isteğini pörsüten, harekete geçen işçilerin önüne engel olarak dikilen bürokratlar, böylelikle işçileri mücadele deneyiminden yoksun bırakmakta, onların ancak mücadele içerisinde aşabilecekleri gerici ideolojilerin etkisinin sürmesine hem doğrudan hem de dolaylı olarak katkıda bulunmaktadırlar. Sendika üyesi işçilerin tabanda iç örgütlülükten yoksun bir yığın olarak durması, bürokratların kendi koltuklarını da güvenceye almaları anlamına geliyor. Tek bir greve bile çıkmamış nice sendikanın ve on binlerce sendikalı işçinin varlığı, genelde işçi hareketinin içinde bulunduğu durumun vahametini göstermeye yetiyor aslında.
Direnişin önemi, eksiklik ve zaafları
Tekel işçilerinin direnişi, işçi sınıfı içerisinde belli bir etki ve sempati yaratmış, olumlu bir hava doğurmuştur. Bu etki aynı zamanda, işçi sınıfının, belirli düzeyde de olsa örgütlü ve militan bir eylemlilik içine girdiğinde nasıl siyasal gündemin merkezine oturacağına dair ipuçları veriyor. Tüm eksikliklerine rağmen kararlı bir direnişin belli ölçülerde de olsa yaratabildiği hava değişimi, devrim mücadelesinin gerçek adresinin ve öncü lokomotifinin işçi sınıfı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ankara’da halkın eylemcilerle dayanışması, esnafın somut destek ve yardımları, öğrencilerin ve aydınların ilgisi vb. unsurlar bunun somut göstergesidirler. Bu arada, küçük-burjuva sosyalistlerin, işçi sınıfı gerçeğini yeniden keşfediyor olmalarını da (ki bir sonraki hava değişiminde bu keşiflerini bir kez daha çabucak unutacaklardır!) geçerken belirtelim.
Öte yandan, bu olumlu hususlar, henüz sadece nüve halindedir, kimi ipuçlarını vermektedir. Küçümsenmemeli, ama asla da abartılmamalıdır. Kuşkusuz ki, olumluluklarıyla birlikte barındırdığı eksiklere rağmen, Tekel işçilerinin yürüttükleri direnişin başarıya ulaşması için elden gelen tüm gayreti göstermek bir görevdir. Ancak bu görevi yerine getirmenin yolu, işçilerin yürüttüğü mücadeleye övgüler ve methiyeler düzmekten değil, mücadelenin eksiklik ve zaaflarını kavramak ve işçilere kavratmaktan, bu zaafların giderilmesi için sabırla işçilerin öz-örgütlülüğünü yükseltmeye çalışmaktan geçiyor.
Direnişin Türk-İş genel merkezi önüne sıkışan, direngen de olsa pasif bir bekleyiş biçimine bürünmesi, gerek Ankara’da gerekse de büyük işçi kentlerinde yaygın, sürekliliği olan ve kitlesel eylemlerle pekiştirilmemesi, dış ziyaretlerin aktif ve düzenli biçimde örgütlenmemesi gibi unsurlar, hareketin etkisini kısıtlamakta ve onun sendikal bürokrasinin çizdiği çerçeveye hapsolmasını kolaylaştırmaktadır. Bu noktada, gerçek anlamda bir direniş komitesinin olmayışı, çok temel ve hayati bir eksikliğe işaret ediyor. Tekel işçilerinin ülkenin çeşitli bölgelerine dağılmış işletmelerden geliyor oluşunun yarattığı dağınıklık, kümelenme, irtibatsızlık gibi eğilimleri aşmanın yegâne yolu, hareketin bütününü temsil etme gücünde bir komitenin oluşturulmasından geçiyor. Böylesi bir komite, sendikal bürokrasinin hareketi kendi kontrolünde tutmasının ve onu kendi burjuva politik ve kariyerist hedefleri için suiistimal etmesinin önüne geçebilecek, hareketin gidişatı üzerinde belirleyici söz hakkının işçilerde olmasını sağlayacak ve böylelikle de sendikaları lafta değil pratikte harekete geçirmenin olanaklarını sunacaktır. Komite aracılığıyla sendika üzerinde bunaltıcı bir basınç ve denetim mekanizması kurulamazsa, sendikal bürokrasinin kapalı kapılar ardındaki oyunlarının esiri durumuna düşmekten kaçınılamaz. Keza 12 bin işçinin tüm basıncına rağmen şu an karar mercii sendika bürokrasisidir ve bu bürokrasinin daha başından itibaren burjuva politika alanına dönük manevraları apaçık ortadadır. Bunun bir yönü işçi hareketini CHP çizgisine kanalize etmekse diğer yönü de, tek tek bürokratların gerek Türk-İş merkez bürokrasisi içerisinde daha belirleyici bir konum elde etme gerekse de bir sonraki seçimde bir milletvekilliği koltuğu kapma hesaplarıdır.
Bu noktada özellikle, Tekgıda-İş yönetiminin, CHP lehine olacak şekilde hedef tahtasına salt AKP hükümetini oturtma ve gidişattan Türk-İş yönetimindeki AKP yanlılarını sorumlu tutma tavrına prim verilmemelidir. Hiç kuşku yok ki AKP ve Türk-İş’in bürokratik yönetimi mahkûm edilmelidir. Ancak yalnızca Türk-İş yönetiminin değil, aynı zamanda direnişin ev sahibi konumundaki Tekgıda-İş sendikasının ya da direnişin yanında ve “genel greve” hazır olduğunu ilan eden başta DİSK ve KESK olmak üzere diğer konfederasyonların yöneticilerinin de bu konuda samimi ve inandırıcı bir çaba içerisinde olduklarını söylemek mümkün değildir. Tekgıda-İş özel sektörde örgütlü olduğu işyerlerinde bile düzenli dayanışma eylemleri yapmaya dönük bir çaba sergilemediği gibi, tüm açıklamalarına rağmen DİSK’ten de bu doğrultuda bir çaba göremiyoruz. Oysa gerek bu sendikaların bürokratlarının gerekse de kimi sol çevrelerin ağızlarında sakız ettikleri “yeni bir işçi baharı”nın yaratılmasının olmazsa olmaz unsurunun özel sektör işçilerinin de harekete geçirilmesi olduğu apaçıktır.
Bu görevler yerine getirilmezken ve yapılabilecek onca şey varken, direngen de olsa pasif bir bekleyiş içerisine sokulan işçilerin, açlık grevleri ve hatta ölüm orucu gibi sınıf hareketinin doğasıyla, onun yol ve yöntemleriyle pek de bağdaşmayan eylem biçimlerine sokulması doğru bir yaklaşım değildir. Bu önerinin işçilerden mi sendikadan mı geldiğinin bu noktada belirleyici bir önemi yoktur. Çünkü bu durum, işçi sınıfının genelinden eylemli destek alınamamasının bir tezahürü, işçilerin içine sürüklendiği çıkışsızlık hissinin ve daha sonuç alıcı eylem biçimlerinin hayata geçirilememesinin dışavurumudur. Aynı zamanda pasif bekleyiş havasını daha da pekiştirecektir ve sonuç alınamaması durumunda büyük bir moral bozukluğuna yol açacaktır.
Neo-liberalizmin alternatifi devletçilik mi?
Tekel işçilerinin mücadelesi, işten atılmalara, güvencesiz çalıştırılmaya ve hak gasplarına karşı bir mücadeledir. 80’li yıllardan itibaren tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gündeme getirilen neo-liberal kapitalist saldırı programına karşı bir mücadeledir. Ne var ki, bu saldırı programının adı çeşitli sendikal, sol kılıklı akademisyen ve hatta sol sıfatlı çevrelerin tamamı tarafından neo-liberalizm olarak konulmuş olmasına rağmen, herkes buna kendi meşrebince bir anlam yüklemekte ve kendi sınıfsal konumunu dışa vuran bir alternatif önermektedir.
Bu noktada reformist çevreler, sendikal bürokrasi ve burjuva solu, neo-liberalizmi, kapitalist dünya sisteminin küresel ihtiyaçlarının konjonktürel ve o ölçüde zorunlu bir ifadesi olarak değil, şu ya da bu hükümetin keyfi bir biçimde benimseyeceği ya da reddedeceği bir iktisat politikasından ibaretmiş gibi ele almaktadırlar. Böylelikle kapitalizme karşı mücadele edilmeden de, sistem içerisinde kalınarak neo-liberal saldırıları geri püskürtmenin mümkün olduğunu savunuyorlar. Onların alternatifi “sosyal-devletçi” kapitalist politikalardır. Hangi tumturaklı sözcüklerle süslediklerinden bağımsız olarak bu yaklaşım, aslında bir tür devlet kapitalizmini savunmak anlamına geliyor. Bu durumda onlara kalırsa, işçi sınıfı kapitalist sistemi devirmek üzere değil, neo-liberal politikaları savunan hükümetleri devirmek üzere harekete geçmelidir. Bu yaklaşımı savunan solcular, kriz, açlık, işsizlik, yoksulluk, çevre kirliliği, savaş vb. gibi kapitalizmin kaçınılmaz olarak doğurduğu tüm sorunları kötü yöneticilere ve kötü politikacılara bağlarlar. Tüm sorunların kaynağında sanki burjuva sistem değil de liberal-kapitalist politikalar izleyen hükümetler vardır, ah o hükümetler bir değişse ve yerine “sosyal-devletçi” kapitalist politikalar izleyen hükümetler gelse tüm sorunlar çözülecektir!
Devrimci sosyalist hareketin örgütsel ve ideolojik bir bunalım döneminden geçiyor olması, bu tamiratçı-ıslahatçı görüşlerin özellikle kendini solcu olarak pazarlayan akademisyenler aracılığıyla sendikalara da hâkim kılınmasını kolaylaştırıyor. Sosyalist hareketin birçok bileşeninin de kafa karışıklığı içerisinde olması durumun vahametini gözler önüne seriyor. Söz konusu kapitalist devletçi ideolojik çerçeve, işçi sınıfına kaçınılmaz olarak aynı zamanda milliyetçilik zehrinin de şırınga edilmesi anlamına geliyor: “KİT’ler vatandır, satılamaz!” Neo-liberalizmi kapitalizmden koparıp onu büyük emperyalist güçlerin dışsal bir dayatması olarak sunanlar, işçi sınıfına da emperyalizm karşıtlığı adı altında yabancı düşmanlığını, milliyetçiliği ve şovenizmi aşılıyorlar. İktisadi alanda kapitalist devletçiliği savunmak, siyasal alanda da burjuva devleti “dış güçlere” karşı savunma anlayışıyla tamamlanmaktadır. Bu noktadan sonra, artık işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını gözeten değil, “ortak ulusal çıkarları”, “vatanın korunmasını”, “ülkenin geleceğini” gözeten yaklaşımların öne çıkarılması öğütlenir.
İşçi hareketini statükocu gericiliğe alet etme girişimlerine geçit verme!
“Sosyal-devletçi” kapitalist yaklaşımların aynı zamanda milliyetçiliği de içinde barındırması, bugün her zamankinden büyük bir tehlikeye işaret ediyor. Ulusalcı bir çizgiyi savunan reformist sol ve küçük-burjuva radikalizmi giderek artan ölçüde burjuvazinin statükocu-darbeci kesiminin arkasına sıralanmaya başlıyor. Bunun anlamı, işçi hareketinin burjuva fay hatları boyunca bölünmesi, çeşitli burjuva kampların kuyruğuna takılması ve daha da kötüsü darbeciliğin üzerinin emekten yana gözüken bir söylemle cilalanmasıdır. Bu durumda zaman zaman işçi hareketi de, darbeci-statükocu burjuva kesimlerin sopası olarak kullanılmak isteniyor. AKP hükümetini olağandışı yollarla düşürmeye çalışan statükocu burjuva kesimlerin bu uğurda askeri darbelerden yargı darbesine, komplolardan suikastlara varıncaya kadar nice melun eylem hazırlığı ve girişiminde bulunduğunu biliyoruz. Aynı gerici statükocu kesimin, gerektiğinde öğrenci hareketini ve hatta işçi hareketini dahi alttan alta manipüle ederek, AKP hükümetinin toplumsal dayanağını aşındırma ve onu gözden düşürme çabasından da geri durmadığını, bu uğurda üniversite profesörleriyle ve sendika liderleriyle nice doğrudan ve dolaylı görüşmenin yapıldığını, generallerin deşifre edilen günlükleri apaçık ortaya koyuyor.
Kendisini ulusalcı, yurtsever, vatansever vb. olarak adlandıran sendikacıların ne tür karanlık ilişkiler içerisinde olabildikleri bugün sayısız örnekleriyle ortadadır. Gerici statükocu kesim, bu tür bürokratlar aracılığıyla, işçi sınıfının AKP’ye karşı artan son derece haklı öfkesini kendi melun planları için suiistimal etmenin hesaplarını yapıyor. Şu örneğe bir bakın; tescilli anti-komünist Emin Çölaşan’dan “sosyalist” Korkut Boratav’a, Rıza Zelyut’tan sınıf işbirlikçi ve devletçi sendikacılığın teorisyenlerinden Alpaslan Işıklı’ya kadar geniş bir yelpazede yer alan şahsiyetler “Tekel Dayanışma Grubu” kuruyorlar! Bunların ortak noktasının emekten yana bir dünya görüşü olmadığı besbelli değil midir?
Tekel direnişi de gösteriyor ki, işçi sınıfının geniş kesimlerinin de desteğini alarak 2002’de iktidara gelen AKP’nin işçi düşmanı diğer burjuva düzen partilerinden bir farkının olmadığı gerçeği giderek işçiler tarafından daha iyi anlaşılıyor. İşçi sınıfı saflarında AKP karşıtlığı doğal olarak artıyor ve bu kuşkusuz sevindirici bir gelişmedir. Ne var ki, sendikal alanda işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan mücadeleci bir önderliğin olmayışı ve dahası işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği koşullarında bu haklı sınıf tepkisi ve öfkesinin, burjuvazi içi çatışmanın kanallarında heba edilmesi riski son derece yüksektir. Bürokratik sendikal yönetimlerin hepsinin de burjuva siyasal angajmanlar içinde olması bu tehlikeyi daha da arttırmaktadır. Kaldı ki, gerek Türkiye’de gerekse de dünyada, mevcut hükümetleri yıpratmak isteyen muhalif burjuva partilerin, kontrol altında tutabildikleri ve devrimci bir tehdit oluşturmadıklarından emin oldukları sürece işçi hareketinin önünü açtıkları sayısız örnek mevcuttur. Bugün yaşanan egemen sınıf içi çatışmanın basit bir parlamenter mücadeleden ve oy avcılığından çok daha öte bir içerik taşıması, bu tip burjuva girişimlere karşı sosyalist hareketin çok daha dikkatli olmasını gerektiriyor.
link: Oktay Baran, Tekel Direnişinin Açığa Çıkardıkları, 1 Şubat 2010, https://fa.marksist.net/node/2366
Sığ Hayaller, Büyük İdealler ve Mutluluk
Marksizm Açısından İlericilik