2013 1 Mayıs’ı tüm dünyada yükselen işçi sınıfı mücadelelerinin bir ifadesi oldu. Amerika’dan Uzakdoğu’ya dek dünyanın hemen her ülkesinde 1 Mayıs giderek daha çok işçi ve emekçinin gündeminde yerini alıyor. Ülke geleneklerindeki yerine, ülkedeki genel politik ortama ve işçi hareketinin gündemine göre değişiklikler gösterse de, 1 Mayıs gösterilerinin dünyada son yıllarda daha yaygın ve kitlesel hale gelmeye başladığı görülüyor.
Bu gösterilerde işsizlik, düşük ücretler, uzun çalışma süreleri, iş kazaları, taşeron sistemi, çalışmanın “esnekleştirilmesi” gibi konular dile getirilen başlıca sorunlardı. Bunların yanı sıra ülkelerin politik gündemlerine göre daha birçok politik ve sosyal sorunlar da dile getirildi. Kimi ülkelerde savaş ve emperyalist müdahaleler ile emperyalist baskı ve sömürü mekanizmaları, kimi ülkelerde yolsuzluklar tepki konusu olurken, beri yandan demokrasi talepleri dillendirildi. Keza birçok ülkede de, yaygın biçimde hayata geçirilmekte olan “kemer sıkma” önlemleri öne çıkan protesto konuları arasındaydı. Bu gibi konuların yanı sıra göçmen işçilerin sorunları, öğrencilerin talepleri, muhtelif azınlıkların talepleri de gösterilerde ifade edilen hususlar arasındaydı.
Gitgide daha ortak bir hâl alan bu talepler, kapitalizmin yarattığı sorunların tüm küreyi istisnasız biçimde kıskacına aldığını ortaya koymaktadır. 1 Mayıs nasıl 150 sene kadar önceki doğuşunda enternasyonal bir isyanı ve talebi ifade ediyorduysa, şimdi de, hatta daha çok, işçi sınıfının o aynı enternasyonal konumunu ve birliğini ifade ediyor. Yeni bir sınıf mücadeleleri döneminin açıldığı son yıllarda bu eğilim güçlenmektedir ve önümüzdeki yıllarda daha da güçleneceğine şüphe yoktur. Kapitalizm tarihsel bir sistem krizi yaşamakta ve bu temelde işçi sınıfına alabildiğine saldırmaktadır. Bu saldırıların sonsuza kadar sineye çekilemeyeceğini hem uzun tarihsel miras hem de son yılların deneyimi göstermektedir.
Türkiye’de 1 Mayıs
Türkiye dünya üzerinde 1 Mayıs geleneğinin en güçlü olduğu ülkelerden biri. Bir anlamda 12 Eylül faşizmi sonrasında işçi sınıfı hareketinin sürdürebildiği çok az sayıda gelenekten biri. Devletin keyfi baskıcı tutumu sonucu İstanbul’da miting yapılamamasını bir yana koyacak olursak, Türkiye’de de 1 Mayıs ülkenin onlarca kentinde yapılan miting ve yürüyüşlerle kutlandı. Bu miting ve yürüyüşlerde de dünya genelinde işçilerin çektiği sorunlara benzer sorunlar ve bunlar karşısındaki talepler dile getirildi. Toplamda yüz binleri bulan bu gösteriler Türkiye’de işçi sınıfının gelişiminin ve onun tarihsel mücadelelerinin bir mirası olan 1 Mayıs’ın ülke geneline yaygınlaşması sürecinin devam ettiğini göstermesi bakımından anlamlı ve olumludur.
Edirne’den Hakkâri’ye dek uzanan irili ufaklı onlarca kentte muhtelif büyüklük ve çeşitlilikte gösteriler yapılmıştır. Bunlar arasında, örneğin Diyarbakır’da 2000 civarında tuğla işçisinin iş bırakarak mitinge gelmesi dikkat çekicidir. Gebze, Kocaeli ve Bursa’da metal işçilerinin geçmiş yıllara göre daha yoğun katılımı da önemlidir. Toplu sözleşme süreci içinde olan ve önemli bölümü Türk-Metal üyesi olup sendikalarından memnun olmayan bu geniş kitle, tepki ve taleplerini duyurmak için 1 Mayıs’ı doğal kürsüleri olarak görmüş ve kullanmışlardır.
Böylece 12 Eylül faşizminden bu yana bu tür mitingleri pek yaşamayan kentlerde bile yavaş yavaş 1 Mayıs geleneği kendine yer bulmaya başlamaktadır. Anadolu’da yeni sanayi merkezlerinin gelişmeye başladığını da hatırlayacak olursak, bunun önümüzdeki dönemde daha da yaygınlaşmasının ve güçlenmesinin büyük bir önem taşıdığını vurgulamak gerekir.
1 Mayıslar, daha önceki yıllarda yaptığımız değerlendirmelerde de dikkat çektiğimiz üzere, sadece işçi sınıfının değil tüm toplumsal muhalefetin kendisini ifade etme isteği gösterdiği bir platform olma eğilimindedir. Bu durum işçi sınıfının modern burjuva toplumda tuttuğu merkezi konumun anlamlı bir teyididir aynı zamanda. Geniş bir çeşitlilik arz eden tüm ilerici muhalefet unsurları ve topluluklar için tek birleştirici platformu işçi sınıfının geniş bağrı sunmaktadır. Çevre sorunlarından kadın sorununa, Kürt sorunundan Ermeni sorununa, emperyalist savaşlardan iş kazalarına, Alevi sorunundan göçmen işçilerin ve mültecilerin sorunlarına dek tüm toplumsal sorunlar bu platformda dile getirilmektedir.
Düzenin korkusu ve devlet terörü
Türkiye genelinde yaygın 1 Mayıs kutlamaları yapıldıysa da, en büyük mitingin yapılması beklenen İstanbul’da kutlamalara devlet izin vermedi. Son üç yıldır birleşik ve kitlesel miting hedefine uygun olarak yapılan İstanbul mitingleri genel bir yükseliş trendini ortaya koyuyordu ve iktidar sahipleri bu gidişattan rahatsızdılar. Her ne kadar sendikalar ve işçi sınıfı hareketi genelde örgütsüz olsa da, bu mütevazı yükseliş ve moral kazanma sürecinin de kendi başına olumlu bir yanı vardı.
Elbette burada birleşik olma ve kitlesellik salt belirleyici faktörler değildi. Bu unsurlar, bir mega işçi kenti olan İstanbul’da toplumsal yaşamın merkezi noktalarında yapılan bir gösteri ile birleşince, ortaya egemenler açısından rahatsız edici bir tablo çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Bir kitlesel eylem biçimi olarak gösterilerin temel amacı, gösteri yapanların seslerini toplumun geri kalanına duyurmasıdır. Toplumsal hayatın canlı olduğu ve tarihsel bir hafızası olan merkezi noktalarda yapılan büyük gösterilerin bu sesin iletilmesi ve meşruiyetinin pekişmesi açısından daha büyük bir etki yaptığı aşikârdır. Özellikle 12 Eylül faşist darbesinden itibaren korkuyla sindirilen bir toplumda büyük işçi gösterilerinin bir meşruiyet kazanmaya başlaması genel olarak egemenlerin hoşuna gitmiyordu. Egemenler o nedenle bu tür merkezi noktaların işçiler, devrimciler, Kürtler ve diğer düzen karşıtı muhalefet odaklarınca kullanımını ellerinden geldiğince engellemeye çalışmaktadırlar.
Bu yıl İstanbul özelinde yaşanan da bu engelleme girişimlerinden biriydi. Düzenin bu yasaklama için gösterdiği gerekçe, yürümekte olan inşaat çalışması nedeniyle Taksim Meydanının fiziken elverişli olmamasıydı. Ancak bunun bir palavra olduğu açıktı ve düzenin foyası çok geçmeden ortaya çıktı. Konuyla ilgisi olan herkesin farkında olduğu üzere, Taksim’deki fiziksel sorun üstesinden gelinemeyecek bir sorun değildi. Düzen İstanbul’u ablukaya alma ve fiili sıkıyönetim uygulama gayretkeşliğini pekâlâ alanın fiziki sorunlarını halletmeye yöneltebilirdi. Kaldı ki mitinglerin güvenliği sorunu zaten prensip olarak sendikalar ve örgütlerin sorumluluğunda olmalıdır. Ancak sorunun burada yatmadığı gayet açıktı. Sermaye düzeni, bu yıl inşaat çalışmasını bahane ederek, Taksim’in önünü ilelebet kapatmak istemekteydi. Bunu düzenin sözcülerinin baklayı ağızdan çıkarma sayılabilecek açıklamalarından anlamak mümkün. Dahası Galatasaray’ın şampiyonluk kutlamaları için Taksim pekâlâ kullanılmıştır, ama her nedense binlerce taraftarın oraya akın etmesine rağmen bir polis müdahalesi olmamıştır. Üstelik örgütsüz bir kalabalık olmalarına ve gece karanlığında meydana inmelerine rağmen, göstericiler “çukur” nedeniyle bir tehlike de yaşamamışlardır.
Dediğimiz gibi, kimi düzen sözcüleri yer yer baklayı ağızlarından çıkarmak zorunda kaldılar. Taksim’i bir miting alanı olmaktan ilelebet çıkarmayı, hatta onunla da yetinmeyip her türlü merkezi alanı mitinglere kapamayı amaçladıklarını açık açık belirtmekte gecikmediler. Miting için kentin iki yakasında iki alan inşa etmekte olduklarını da utanmazca eklemeyi ihmal etmediler. Bu iki alanın kimseye ses duyurulamayacak alanlar olduğunu uzun uzun anlatmaya bile gerek yok elbette.
Sıkça işaret edildiği gibi, gösteri hakkı gösterinin nerede yapılacağını seçebilmeyi de içerir. Issızlığın ortasında, yalıtık, steril gösteri olmaz. Böylesi bir gösteri, gösteri hakkının özünün ortadan kaldırılmasıdır. Gösterilerin özü, dağa taşa, börtü böceğe ses duyurmak değildir. Emekçi kitlelerin yüzyıllar boyunca verdikleri mücadeleler sonucu diğer birçok temel demokratik hak gibi, bu hak da evrensel bir norm düzeyine yükselmiştir. Ancak despotik köklerden beslenen Türkiye’deki alaturka burjuva demokrasisi bu evrensel normları umursamamaktadır. Elbette bu aynı zamanda, bu topraklardaki işçi sınıfı mücadelesinin henüz egemenlere bunu doğrudan dayatacak bir güç ve süreklilik kazanamamış olduğunu da göstermektedir. Toplum her başını kaldırdığında indirilen darbeler tam da bunu sağlamak içindi. 12 Eylül faşizmi bu noktada çok derin bir kazıma harekâtıydı aynı zamanda.
Taksim 1 Mayıs kutlamalarına, faşist rejimin gelişi sürecinde kapatılmış ve sonrasında bu yasak hem faşist rejimin kendisi hem de takip eden hükümetler tarafından devam ettirilmişti. Böyle geçen uzun yıllardan sonra nihayet üç yıl önce Taksim 1 Mayıs mitinglerine açıldı ve bu üç yıl boyunca yükselen bir coşku ve kitlesellikle mitingler yapıldı. AKP hiç kuşkusuz İstanbul’un göbeğinin başta işçi-emekçiler ve sosyalistler olmak üzere toplumsal muhalefetin güçlü bir platformu olmasından pek hoşnut olmadı. Ve hiç kuşkusuz Taksim’i tekrar işçi mitinglerine kapatma planı daha o günden yapıldı. Elbette bu açıktan yapılamazdı. Ne yapılacaktı? Önce “inşaat var” diye Taksim kapatılacak, sonrasında da “artık size gül gibi miting alanı inşa ettik” denilerek Taksim ilelebet yasaklanmak istenecekti.
Dolayısıyla AKP de kendisinden önceki diğer egemenler gibi aynı despotik mirası hiç kuşkusuz özde devam ettirmektedir. Söz konusu olan işçi sınıfı olunca, bu gelenekler tüm egemenlerin tartışmasız bir ortak noktası olmaktadır. Burjuva demokratik kültürden bile nasibini almamış Erdoğan gibiler “bu gösteri AKP karşıtı olacak, izin veremeyiz” diyebilmektedir. Tam müstakbel başkan babaya layık sözler! İmam söyler de müritler eksik kalır mı? Bunlardan birisi, ölümle pençeleşen emekçi çocuğu genç bir kız için bile “marjinaldi” diyebilmektedir. Sanki yasalarda “marjinal olmak” diye bir suç varmış ya da “marjinal” olanlar ölmeyi hak ediyorlarmış gibi! Sonuç olarak tüm bu tabloda AKP’nin demokrasi anlayışının sefil düzeyi bir kez daha sırıtmaktadır.
Bu yasağın ve işçi sınıfını alanlardan uzaklaştırma çabasının elbette güncel bir yönü var. AKP ve genelde egemenler Türkiye’yi gitgide daha cüretkâr ve güçlü bir emperyalist güç haline getirmek için sömürü koşullarını daha da ağırlaştırmak ve buna paralel olarak rejimin otoriter yönlerini yeni bir düzeyde tahkim etmek gereğinin farkındalar. Dünya çapında büyük bir sistem krizinin ve ona eşlik eden bir emperyalist paylaşım kapışmasının yürümekte olduğu şartlarda, tüm dünyada artan otoriter ve militarist eğilimler Türkiye’ye uğramamazlık edemezdi. Hele hele söz konusu olan yeni yükselen bir alt-emperyalist güç ise, bu eğilimlerin daha da belirgin bir hâl alması işin doğası gereği olacaktır. Bugün Erdoğan’ın başkan babalık hevesleri, bu genel eğilimin kişisel hırs boyutu da kazanmış bir ifadesinden başka şey değildir.
Dolayısıyla Türkiye bir yandan dışarıda daha fazla emperyalist maceralara soyunmakta, bir yandan da sermaye birikimini mahmuzlamak için içeride sömürü koşullarını daha da ağırlaştırmaktadır. Her iki eğilim de sermaye iktidarı için içeride itaatkâr ve uysal bir işçi sınıfını zaruri kılmaktadır. Egemenler aynı zamanda bu zorlamaların işçi sınıfını yeni mücadelelere sürükleyeceğinin de farkındalar. Onlar Türkiye işçi sınıfının homurtularını duyuyorlar. O nedenle, toplumda zaten mevcut olan itaat ve şükretme eğilimlerinin kırılmasının önüne geçmek ve bu eğilimleri yeniden tesis etmek için çok yönlü bir çaba içindeler. Din dersleri vb. konulardaki zorlama girişimler de, daha evvel dikkat çektiğimiz gibi, özünde itaatkâr ve uysal bir toplum durumunu baki kılmak, besleyip pekiştirmek içindi. Dolayısıyla bir yandan ideolojik efsunlama, bir yandan da sopa yoluyla bu amaca ulaşılmaya çalışılmaktadır.
Mücadele sürüyor
Sonuç olarak, proletaryanın kalbi olan İstanbul’da 1 Mayıs mitingi yapılamamıştır. Bu durum önümüzdeki yıllarda da bu sorunun devam edeceği anlamına gelmektedir. Siyasal ve sendikal yasakların kaldırılması için mücadele eden işçi sınıfı devrimcileri, hiç şüphesiz işçi sınıfının elini kolunu bağlamaya dönük bu tür anti-demokratik yasaklara karşı da mücadeleyi sürdürecektir. Ama böyle bir mücadele, işçi kitlelerini hiç mi hiç hazırlamaksızın ve yalnızca sendika bürokrasisinin zevahiri kurtarmak amacıyla 1 Mayıs’a beş kala yaptığı üstten çağrılarla verilemez.
İstanbul’da miting yapılamaması temelde düzenin zorbalığından kaynaklansa da, burada sendika bürokrasisinin oynadığı role değinmeden geçmemek gerekir. Taksim’i zorlamanın pratikte ne anlama geldiği ve neleri gerektirdiği bir sır olmadığı halde, hiçbir hazırlık yapmadan kof bir ısrar tutumu içinde olmak büyük bir sorumsuzluk ve basiretsizlik örneğidir. Üstelik hem bu gerçeklik hem de sendikaların bu koşullar altında sınırlı sayıda işçiyi bile oraya getiremeyecekleri, organizasyon toplantılarında bizzat tertip komitesi tarafından açıkça itiraf edilmiş, ancak buna rağmen aynı tutum devam ettirilmiştir.
Bu noktada daha önceki 1 Mayıslar bağlamında da dile getirdiğimiz bazı genel görüş ve yaklaşımlarımızı hatırlatmakta yarar var. 2004 yılından bu yana yaptığımız 1 Mayıs değerlendirmelerinde dikkat çektiğimiz hususlar halen geçerliliğini korumaktadır. Bunları döne döne hatırlatmak boynumuzun borcudur.
Öncelikle, işçi sınıfının mücadelesi bir güne indirgenemez. O gün 1 Mayıs gibi anlamlı bir mücadele günü olsa bile. O nedenle 1 Mayıs gibi herhangi bir güne olduğundan büyük anlamlar yüklemek yersizdir. Bunu yapanlar, hep söyleyegeldiğimiz gibi, bütün bir yıl boyunca bir şey yapmamanın, ataletin ya da hüsran dolu yanlış işlerin üzerini örtmek için 1 Mayıs’ı bir örtü olarak kullanmaktadırlar. 1 Mayıs’ın işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist hareketin gerçek zaaf ve sorunlarını gözlerden kaçırmanın bir aracı haline getirilmesine karşı bilinçle direnmek gerekir. Bu öylesine vahim bir durumdur ki, 2010 yılında Taksim yeniden kutlamalara açıldığında, “Taksim’i kazandık sıra devrimde” diyenler bile olabilmişti. Taksim ve 1 Mayıs, devrimden hemen önceki bir aşamaymış gibi ele alınıyordu bu anlayışta. Bunun sayısız örneği verilebilir. Ancak bu yaklaşımın işçi sınıfının mücadelesini, bilincini ve örgütlülüğünü ilerletici bir yaklaşım olmadığını anlamak için bu kadarı bile yeterlidir.
İşçi sınıfının bilinç ve örgütlüğünü yükseltmek için bir duvarcı ustası sabrı ve enerjisiyle uzun soluklu çalışma perspektifinden yoksun olanlar, genelde 1 Mayıs’ı özelde de Taksim’i her şeyi unutturan bir fetiş haline getiriyorlar. Oysa o unutulanlar işçi sınıfı mücadelesinin temel ayaklarını ve gerçek test alanını oluşturuyorlar.
2010 yılında Taksim’in kutlamalara açılması ve mitingin yapılmasının ardından Marksist Tutum’da şu değerlendirme yer almıştı: “Unutmamak gerekiyor ki, kapitalist krizin işçi sınıfı cephesinde yarattığı etkiler olduğu yerde durmakta, hatta daha da ağırlaşmaktadır. Durum buyken Taksim’e fit olma lüksümüz yoktur. İşçi sınıfı örgütsüzdür ve aslında alana gelen işçiler de büyük oranda bu durumu yansıtmaktadır. 1 Mayıs birleşik ve kitlesel olmuştur olmasına, ama işçi hareketinin ağır örgütsel zaafları olduğu yerde durmaktadır. Bu anlamda bu 1 Mayıs da henüz genel düzeyde örgütlü işçi hareketinin 1 Mayıs’ı değildir. Daha önceleri de söylediğimiz gibi, Taksim’in gerçek anlamda geri alınması, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü en azından 1977’deki düzeyine çıkarmakla mümkün olacaktır. Bu görev hâlâ önümüzde durmaktadır!” (Birleşik ve Kitlesel 1 Mayıs, www.marksist.com, 2 Mayıs 2010)
İşte sınıf devrimcileri bu zorlu görevlere dikkat çekmeyi önemserken, solun geniş kesimi zafer naraları atarak Taksim sarhoşluğu içinde kendinden geçmeyi tercih ediyordu. Bu yıl Taksim bağlamında yaşanan durum tam da sınıf devrimcilerinin ayakları yere basan soğukkanlı perspektif ve yaklaşımını doğrulamaktadır. Eğri oturup doğru konuşmak gereklidir. İşçi sınıfına gerekli olan uçarı küçük-burjuva devrimciliği değil, ciddiyeti esas alan proleter devrimciliktir. Tam da daha başından itibaren dikkat çektiğimiz zorlu görevler yerine getirilemediği için, bugün düzen güçleri Taksim’i kolayca işçi sınıfına yasaklayabilmişlerdir. İşçi sınıfının güçlü, örgütlü, kitlesel mücadelesi yükseltilebilmiş olsaydı, düzen güçleri böylesi bir işe ya hiç yeltenemezdi ya da sonuç tümüyle farklı olurdu.
Fabrikalarla bağı ve ilgisi olmayanlara “can sıkıcı” bir gerçeği hatırlatalım. Tam da bu fabrikalardaki işçileri bilinçlendirme ve örgütleme görevinden yan çizildiği için, buralarda işçiler 1 Mayıs hakkında esasen düzenin propaganda ettiği şeyleri konuşmaktalar. Ancak küçük-burjuva sol, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyini, ruh halini, temel beklentilerini vs. umursamadığından, bu durumun nasıl değiştirileceği üzerinde kafa yormuyor. Sınıfın kitlesel ve örgütlü eylemliliğinin yerine kendisinin radikal görünümlü, devrimci lafazanlığa dayanan eylemlerini ikame etmeyi maharet sayıyor.
2013 1 Mayıs’ına ilişkin değerlendirmemizi Elif Çağlı’nın ta 2004 yılında dikkat çektiği ve halen geçerliliğini koruyan şu hususlarla noktalayalım: “1 Mayıslar gibi mücadele günlerini işçi ve emekçi kitlelerin bilinç düzeyinde bir sıçrama yaratabilmek bakımından önemli bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan komünistler için çok açık olan bir husus var. Devrimci bayrağın yükseltilmesi mücadelesinde asıl kıymetli olan, zaten devrimci bilince ulaşmış kadroların bunu bir biçimde teşhir etmesinden ziyade, geride duranları elden geldiğince biraz daha öne çekebilmektir. Bu nedenle 1 Mayıs benzeri eylemlerde Bolşevik kadroların içinde çalışma yürüttükleri kitleden kopmamaları ve duydukları devrimci heyecanı onlara da iletebilmenin yol ve yöntemi üzerinde odaklaşmaları gerekiyor.” (1 Mayıs’ın Ardından, www.marksist.com, 4 Mayıs 2004)
“Daha çok sayıda işçinin ve genç insanın bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi için canla başla çalışmakla, boşlukların bir günlüğüne geçici heyecan boşalımlarıyla doldurulmak istenmesi arasında dağlar kadar fark var. Bu nedenle genel anlamda olduğu gibi tartışmaya konu oluşturan 1 Mayıslarda da, mücadelenin sınıfsal içeriğinin boşaltılması ve sınıfsal temelinden kopartılmak istenmesi tehlikesi karşısında kararlılıkla Bolşevik bir tutum almalıyız.
“Bu husus özellikle, yürekleri devrimci heyecanla çarpan genç unsurların zihninin bulandırılmasına fırsat vermemek bakımından önem taşıyor. İşçi sınıfı içinde yürütülen devrimci örgütlü mücadele, sınıf temelinden yoksun küçük-burjuva devrimciliğine oranla her açıdan çok daha sabırlı ve dikkatli olmayı gerektirir. Burjuva düzenin kendi egemen ideolojisiyle işçilerin bilincini çarpıttığı ve çeşitli araçlarla onları geride tutmaya çalıştığı koşullarda sınıf hareketinin ilerletilebilmesi maksadıyla ter dökmek zahmetli bir iştir. Bu yolda sağlıklı adımlar atabilmek için uzun soluklu bir mücadele anlayışıyla donanmak, planlı ve disiplinli bir çalışma temelinde sınıfın öncü unsurlarıyla buluşup kenetlenmek şarttır. Bolşevik çalışma tarzını benimsemiş kadrolar açısından mücadelede başarı ölçütü, şu ya da bu eylemde devrimci heyecanın bireysel tatmininden çok, bu heyecanın sınıfın daha fazla sayıda unsuruna taşınabilmesi ve bu temelde işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün bir adım daha ileriye taşınabilmesidir. 1 Mayıs’ın işçi sınıfı açısından tarihi bir anlamının olması, sınıf içinde çalışan devrimci unsurlar bakımından bu önemli günü bu söylediklerimiz dışında istisnai bir gün kılmaz. Tam tersine, aslında böylesi tarihi günler sınıf içinde yılın tüm günleri boyunca doğru ve sabırlı bir örgütlenme çalışması yürütenlerin bunun sonuçlarını görüp değerlendirebilmelerine fırsat sunar.” (age)
link: Levent Toprak, 1 Mayıs 2013’e Dair, Mayıs 2013, https://fa.marksist.net/node/3236
Bangladeş’te Kapitalizm 1000’den Fazla İşçiyi Katletti
Dersim Katliamının 76. Yılı