Dünya kapitalizminin krizi derinleşirken, kapitalistler sistemin yarattığı bu krizden çıkmanın bildik yöntemlerini uyguluyorlar. Bir yandan nüfuz alanlarını genişletmenin yollarını ararken ve bunun için emperyalist savaş ve işgalleri meşru göstermek için çalışırken, diğer yandan işçi sınıfına pervasızca saldırıyorlar. Yeni savaşlar yaratmak için yıllardır terörizm korkusunu ve milliyetçiliği kullanan ve emperyalist savaşları haklı savaşlar olarak gösteren egemen kapitalistler, kitlelerin her türlü hakkına saldırırken de yine onların örgütsüzlüğüne güveniyorlar.
Onlar bizim örgütsüzlüğümüze, sınıf bilincimizin geriliğine güveniyorlar. Eğitim-Sen’i kapatma kararı da bu güvene dayanıyor. Bugün sermayenin AB’ci kesimi ile eski statükosunu kaybetmek istemeyen sivil ve asker bürokrasinin başını çektiği kesimi arasındaki çatışma her alanda kendini gösteriyor. Bu ikinci kesim, kâğıt üzerindeki uyum sürecine bile tahammül edemiyor. Kürt sorunu ve onunla bağlantılı olan konular da, onların kendi aralarındaki savaşta mevzi kazanma araçları oluyor. Eğitim-Sen, Genelkurmay’ın talimatıyla, anadile ilişkin tüzük maddesi gerekçe gösterilerek kapatılmak isteniyor. Böylece bir taşla iki kuş vurulacak. Hem kendi aralarındaki çatışmada diğer tarafın önünü tıkayacaklar, hem de eğitim alanındaki özelleştirme girişimlerine ve saldırılara karşı KESK içindeki en mücadeleci sendikanın üyelerinin, yani eğitim çalışanlarının tepkisini ölçecekler.
210 bin üyesi olan Eğitim-Sen’de, bir yıla yakın bir süredir bu konu gündemde olmasına rağmen ciddi anlamda kitlesel bir eylem yapılmadı. Sendikaya açılan davanın kaderi burjuvazinin ellerine bırakıldı. Ve burjuvazi, yasal olarak kurulmasına izin verdiği bir sendikayı kapatarak, gerektiğinde kendi yasalarına da itaat etmeyeceğini, yasaların tanrısal emirler olmadığını, verilen hakların geri de alınabileceğini gösterdi bir kez daha.
Bu süreçte eğitim çalışanları tarafından şimdiye kadar sayıklar gibi şunlar söylendi yalnızca: “Varolan yasal haklarımız elimizden alınamaz, AB kriterlerine uyum sürecinde böyle bir şey yapamazlar.” Oysa inanılıp güvenilen bu burjuvazi kendi çıkarı söz konusu olduğunda sendikaları kapatmakla yetinmedi, sendikacıları öldürdürttü, sıradan üyeleri bile işkence tezgâhlarından geçirdi, sendikalı oldukları için öncü işçileri kara listelere alarak yıllarca işsiz kalmalarını sağladı. Güvenmekten vazgeçilmeyen burjuvazi de bize çok güveniyor, ve biz onların güvenlerini ne yazık ki hiç boşa çıkarmıyoruz. Onlar şunu biliyorlar: Biz sınıf deneyimlerimizi çok kolay unuturuz. Mücadeleden geri çekildiğimizin ertesi günü, gözüne at gözlüğü bağlanmış, kafasına yular geçirilmiş yük hayvanları gibi sadece onlar için çalışmaya, onların yarattığı kölelik sistemini devirmeye yönelik bir yaramazlık yapmamaya ve günü kurtarmaya bakarız. Yanı başımızda bizim gibi yük hayvanı olan arkadaşımıza çifte atmaktan geri durmayız. Sanki burjuvaziye karşı savaşmayız da birbirimizle savaşırız.
Bizim burjuvaziye değil kendi gücümüze güvenmemizi sağlayacak, hafızamızı canlı tutacak bir şey varsa o da gerçek anlamda örgütlülüğümüzün olmasıdır. Bizi gerçek anlamda bir güç yapacak tek şey budur. Burjuvazi, örgütsüz işçi sınıfı çabuk alevlense bile bu alevin saman alevi olduğunu kendi sınıf deneyiminden çok iyi bilir.
Eğitim-Sen, yaklaşık bir yıldır söz konusu kapatma davasıyla karşı karşıya. Peki bu süreçte sendikalarda neler yaşandı? Sendikalarımızın “ana gündemi” sendikayı kapatma davasına karşı neler yapılması gerektiği idi. Eylemler buna yönelik oldu. Ama bu eylemler yine kitlesellikten uzak, birkaç yüz kişilik sendika aktivistlerinin katıldığı, medyada sesini duyurmaya çalışan, bazen de polis copladığı için duyurulmasının sağlandığı küçük fakat “ses getiren” eylemler oldu. Sendika yöneticileri “sendikamız kapatılırsa şimdi ne yapacağız” diye dizlerini dövmekle yetindiler. üyelerin büyük bir kısmı, sendikaları yalnızca ekonomik ve mesleki sorunların çözüldüğü bir kurum olarak algılayıp sürece ilgisiz kaldılar. İlgili olanların bir kısmı “sendikanın varlığı için tüzükten vazgeçilebilir”i savundular. Bir kısmı ise, pompalanan milliyetçilik dalgasına kapılıp, bunu Kürtlere verilen bir taviz olarak görerek ve “zaten böyle bir tüzüğü nasıl kabul edebilmişiz” diyerek, işyerlerinde ana dilde eğitimi savunan tüzük maddesinin kaldırılması yönünde propagandalar yaptılar.
şubat ortasında yapılan şube genel kurullarında bu kesime gözünü diken uzlaşmacı siyasetler, bu durumu iyi bir fırsat olarak kullanmaya kalktılar. Sendika yönetimlerine gelmek isteyen milliyetçi kesimler, sendikanın kapatılma gerekçesi olan anadilde eğitim hakkını savunmak yerine, anadilde eğitimi savunan kesimleri bertaraf etme çabasına giriştiler. “önemli olan sendikanın kapatılmamasıdır”, “gerekirse bazı tavizler verilebilir”, “örgüt mü yoksa onu var eden tüzüğün maddelerinden birisi mi daha önemli” diyerek, yönetimlere geldiklerinde neler yapacaklarını açıkça ortaya koydular.
Bütün bunlar, öğretmenlerin sınıfsal bilinç düzeyindeki geriliğin de bir göstergesidir. Ne yazık ki, bugün geçinemeyen, geçinmek için ek bir iş daha yapan ya da ek iş arayan öğretmenler, ücretleri (çalışma zamanı da hesaba katılarak) diğer çalışanlara oranla daha iyi olduğu için kendilerini küçük-burjuva kategorisinde görmektedirler. Kendilerini geçinmek için çalışmak zorunda olan eğitim işçileri olarak kabul etme bilincinden çok uzaktırlar. Sendikalı olmak ise çoğu için herhangi bir kazanımın sağlanmadığı, daha çok kişisel ilişkilerin önlerine bir seçenek olarak getirdiği, çoğu zaman da yine aynı sebeplerle bu ilişkilerin bozulduğu, kâğıt üzerindeki bir işlem olarak görünmektedir. Bir işyerlerinde idareciler hangi sendikaya üyeyse, genelde öğretmenlerin çoğunluğu da o sendikaya üyedir. Onlara göre sendika siyaset yapılan bir yer değil, maaşların, ek derslerin iyileştirilmesi için yöneticilerinin devletle pazarlık yaptığı, mesleki sorunların çözüldüğü, özlük haklarının geliştirildiği kurumlardır sadece! Ve sendikal sorunları çözebilen veya çözemeyen iyi ya da kötü yöneticiler vardır! Eğer iyiler seçilirse, sendika iyi bir kurum olur, ama kazara kötüler seçilirse sendika zaten tümden işe yaramaz olur! İşte sendika tabanının büyük çoğunluğu için, “eğitimli” eğiticiler için, sendikal örgütlülük budur!
Toplumda “bilgi sahibi, okuyan, araştıran, yeniliklere açık, kendini geliştiren, bilimsel bir kafaya sahip, ve tüm öğrendiklerini yeni nesillere aktaran” insanlar gözüyle bakılan öğretmenler, ne yazık ki, sıradan bilince sahip bir insandan daha ileride değiller. Herhangi bir eğitim emekçisini bıraktık, mücadeleci bir sendika olan Eğitim-Sen üyelerinin de ortalama bilinç düzeyi herhangi bir sorunda doğru bir tutum ortaya koyacak düzeyde değildir. Anadilde eğitim hakkının ne anlama geldiğini bilen, savunan çok fazla üye olduğu söylenemez. üniversitelerde yabancı dilde eğitim yerine Türkçe eğitim yapılması gerektiğini savunanlar anadilde eğitimi dillerinden düşürmezlerken, konu Kürtlerin ve diğer farklı etnik kökenlilerin kendi dillerinde eğitim hakkına gelince, “ne yani Lazlara da mı şimdi böyle bir hak verilecek. Bir kere bunun yolunu açtın mı sonu gelmez” türünden tutumlar sergiliyorlar.
Bizler işyerlerimizde bu saldırının önümüzdeki süreçte ne tür olumsuzluklara yol açacağını anlatamadık. Bu nedenle hem üye tabanında az da olsa bir kayba uğradık hem de güçsüzlüğümüzü gösterdik. Her okulda bir veya birkaç kişi “ben Eğitim-Sen’in böyle siyasi bir şeye destek verdiğini bilmiyordum” diyerek zaten kapıda bekleyen başka bir sendikaya geçti.
Sendikalarda sınıfın bağımsız siyaseti hakim olmadığı sürece, kendini “sol” ilan eden ama gerçekte burjuvaziye hizmet eden milliyetçi siyasetler hakim oldukça, taban apolitik oldukça, sendika bürokratları koltuklarında titremeden oturacaklar, kendilerini koltuktan atmaması için de tabanın hep apolitik kalmasını isteyeceklerdir. Biz üyelerin kaderimizi sendika bürokratlarının ya da burjuvazinin eline bırakmamak için bilinçlenmekten ve örgütlenmekten başka çaremiz yok.
Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!
link: MT okuru bir Eğitim-Sen üyesi, Eğitim-Sen’e Kapatma Davasının Öğrettikleri, 15 Haziran 2005, https://fa.marksist.net/node/336
Çırakların “Çocuk Günü”
Van'da katliam ve "barışsever aydınlar"