İşçi hareketinin gerilediği ve Marksizmin gözden düşürülmek istendiği dönemlerde, kapitalist düzenin Marksist tahlilinin sonuçlarına ve proletaryanın gün geçtikçe önem kazanan rolüne yönelik çeşitli iddiaların ortalığı kapladığını biliyoruz. Bu tür iddiaların dikkat çeken birkaç versiyonuna daha değineceğiz.
“Sanayisizleşme” mi?
İşçi sınıfının büyüyen varlığını yadsıma doğrultusundaki ilginç girişimlerden biri de, sanayileşmiş Batı ülkelerinin 1970’lerin ortalarından itibaren artık sürekli olarak bir durgunluk içine girdiği ve bunun bir “sanayisizleşme” süreci anlamına geleceği yolundaki iddialardır. Kapitalist sanayi çevriminin, durgunluk, canlanma, yükseliş, bunalım gibi evrelerine bağlı olarak, bazı dönemlerde genişletilmiş yeniden üretim sürecinin büyüme hızında duraklama ve gerileme kaydedildiği bellidir. Ayrıca, 1970’lerin ortalarından itibaren özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde, canlanma ve yükseliş dönemlerinin artık 1948-1974 döneminde olduğu gibi keyifli bir biçimde yaşanmadığı bir uzun trende girilmiş olduğu da doğrudur. Ne var ki, hem bu türden dalgalanmalar zaten kapitalizmin bir işleyiş yasasıdır, hem de yaşanan daralma ve gerilemeler genelde sanayi yatırımlarındaki mutlak bir azalışa değil, büyüme oranlarındaki görece düşüşlere işaret eder. O halde bu türden ekonomik gerçeklerden hareketle, kapitalizmin sanayileşme kapasitesinde artık mutlak bir gerileme yaşanmakta olduğu tarzında “düşünceler” üretmek, pek çok açıdan bir saçmalıklar komedyasına dönüşmektedir.
Çünkü, bir kere kapitalizm bir dünya sistemidir. Ve Marksizmin işaret ettiği gibi, kapitalist sistem açısından önemli olan, dünya ölçüsündeki gelişme eğiliminin tezahürüdür. Batılı ülkelerde sanayi yatırımlarının büyüme oranlarındaki görece düşüşe, diğer ülkelerdeki yükseliş eşlik edebilir. İkincisi, sanayi kavramı gerçekte, imalât, tarım, enerji, taşımacılık, hizmet üretimi gibi, akla gelebilecek bütün değişim değerlerinin üretildiği sektörlerin tümünü kucaklar. Dünya kapitalist sistemi içindeki toplam artı-değerin kaynağını oluşturan bu toplam alan (yani üretim) olmaksızın, ne kapitalist kârın oluşumundan ve ne de artı-değerin faiz, rant vb. biçiminde bölüşümünden söz etmek mümkündür. Üçüncüsü, sanayi sektörünün kendi iç yapılanmasında zamanla kimi kalemlerin üretimi önemini yitirip yenileri öne çıkmakta, eski dönemlerde kapitalist üretime konu olmayan bazı hizmetler (turizm, eğlence, vb.) bizzat yeni sanayi kolları düzeyine yükselmektedir. Sanayi sektörünü bu ağırlığıyla birlikte düşünmek ve değişim değerleri üretimi olmaksızın kapitalizmin var olmayacağını unutmamak gerekir.
Bilindiği gibi, hem tüketicilerin ihtiyaç duyacağı mal ve hizmetler, hem de ortalama yaşam düzeyi, tarihsel-toplumsal bir olgudur. Yaşam düzeyi, yalnızca fiziksel yaşamın sürdürülmesinden ibaret olmayıp, insanların içinde yaşadıkları toplumsal koşullardan doğan gereksinimlerin de doyurulmasıdır. Yaşamın kapitalist tarzda örgütlenmesi, eski dönemlerde tüketime konu olmayan nice kalemi, artık karşılanması gereken bir ihtiyaç durumuna getirmektedir. Yani kapitalizm “ihtiyaç”ları çeşitlendirmekte, yeni ihtiyaçları kitlelerin yaşamına sokmakta, aslında adeta dayatmaktadır.
Örneğin geçmişte ücretli emeğin kapitalist örgütlenmesine dayanmaksızın bizzat ev halkı tarafından karşılanabilen nice ev işi, artık kapitalizmin hizmet üretimi içinde yer almaktadır. Ayrıca üretkenlik arttıkça, toplam toplumsal üretim zamanı içinde geleneksel tüketim maddelerinin ya da temel fiziksel ihtiyaçların üretimi için gereken zaman azalmakta, karşılığında ise yeni ihtiyaçların üretim zamanı artmaktadır. Bu nedenle toplam sanayi içinde geleneksel sanayi kollarının yüzdesinin düşmesi ve örneğin yeni sanayilerin ya da hizmet sanayiinin oranının yükselmesi gayet doğaldır. Dolayısıyla bu durumun, sanayinin küçülmesi biçiminde yorumlanması bir yanılgıdır. Kapitalizm, her gün yeni ihtiyaçlar yaratarak tüketim pazarını genişletmeye çalışırken, öte yandan azalan kâr oranlarının basıncını hafifletmek için de, sermayeyi sanayinin yeni dallarına ve yeni üretim kalemlerine kaydırmaya çalışır. Çünkü bu sistem, sanayi sayesinde artı-değer üretimini büyütebildiği ve sürdürebildiği sürece vardır. Marx sanayi sermayesi ile ilgili olarak şöyle der:
“Sanayi sermayesi, artı-değerin ya da artı-ürünün sadece ele geçirildiği değil, aynı zamanda yaratılması sermayenin bir işlevi olan, sermayenin biricik varlık biçimidir. … Toplumsal üretim koşulları arasında, sanayi sermayesinden önce görülen ve geçmişe karışan ya da cançekişmekte olan diğer sermaye türleri, yalnız ona tâbi olmakla ve işleyiş biçimleri ona uyacak biçimde değişmekle kalmayıp ancak ona dayanarak hareket etmekte ve bu temelle birlikte yaşayıp ölmekte, ayakta durmakta ya da çökmektedir. Belli iş kollarında para-sermaye ile meta sermaye, sanayi sermayesiyle yanyana işlevlerini yaptıkları sürece, dolaşım alanında sanayi sermayesinin bazan büründüğü bazan sıyrıldığı farklı işlevsel şekillerin varlık biçimlerinden başka bir şey değillerdir.”[75]
Kapitalist üretim sürecinde karşılığı ödenmemiş emeği doğrudan doğruya işçiden kopartıp alan ve bunu metalarda somutlaştıran sanayici kapitalist, aslında teorik olarak bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi değildir. O bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine getiren diğer kapitalistlerle paylaşmak durumundadır. Dolaşım sürecinde realize olan artı-değer çeşitli kısımlara ayrılır. “Bu parçalar, çeşitli kategorilere ayrılan kimselere gider ve, kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız farklı şekiller alır.”[76]
Bu nedenle, kârın ya da faizin vb. kaynağının artı-değer üretimi olduğu gerçekliğini göz ardı edip, sanayinin artık önemini yitirdiğini ve günümüzde asıl olarak para ve değerli kâğıtlar spekülasyonunun revaçta bulunduğunu söylemek ne derece ciddi bir iddia olabilir? Eğer böyle bir şey doğru olsaydı, bu durumda, aslında kapitalist sistemde yaratılan toplam artı-değer sayesinde, o artı-değerin bölüşümü üzerine finans oyunlarıyla gerçek paylar kapan para sahipleri, artık hiçbir değer ifade etmemeye başlayan birtakım kâğıt parçacıklarıyla oynayıp duran bir deliler kervanına katılmış olurlardı. Oysaki kapitalist sistem, bu türden çocuksu şakaları kaldıramayacak kadar gerçek kaynaklara göz dikmiş bulunan bir dünya sistemidir. Tüm finans dünyası, borsa oyunları, kâğıtlar üzerinden yürüyen spekülasyonlar vb., işçi sınıfının yarattığı artı-değer kitlesine el koyma sayesinde varlığını sürdürebilmektedir. Özetle, toplam toplumsal emeğin yarattığı artı-değer kitlesi var olmadıkça, bölüşüm alanında sürüp giden bu görüntülerin hiçbirisi var olamaz.
Fakat artı-değerin kıyasıya bir rekabet temelinde piyasada bölüşümü ve bu rekabet sırasında ortaya çıkan spekülasyon, bu bölüşülenin kaynağının aslında üretim alanı olduğu gerçeğini soldurur. Bu nedenle, sermaye sahipleri arasındaki bölüşüme sanki borsalardaki şans oyunları, para piyasalarındaki kumar vb. hükmediyormuş gibi bir yanılsama oluşur. Oysaki rekabet denen şey, durduğu yerde artı-değer yumurtlayan bir kaz değildir. Aslında rekabet, zaten gerçeklikte farklı finansal güçlere sahip bulunan sermaye gruplarının arasındaki kapitalist işleyiş kurallarının gerçekleşmesinin ifadesidir. Şöyle ki; güçlü bir sermaye grubu ortalamanın üzerinde bir kâr oranı tutturuyorsa, bu, ondan daha güçsüz olanların kaybı pahasınadır. İşte tekellerin “süper kâr”ı denen şey de, yaratılan toplam artı-değerin üzerindeki bir fazlalığı değil, ekonomik güç sayesinde artı-değerin bölüşümünde aslan payının kapılmasını, bu anlamda ortalamanın üzerindeki bir kâr oranını anlatır.
Kapitalistlerin üretim faktörlerini satın alması, üretim safhası ve üretilenin satılması yoluyla sermayelerini büyütmelerini ifade eden “para-mal-daha çok para (P-M-P')” şeklindeki değer dolaşımı, faiz getiren sermaye söz konusu olduğunda kısaltılmış olarak belirir. Bu durumda, sanki bir ara aşama olmaksızın (yani üretim safhasını görmeksizin!) P-P' biçiminde bir sonuca ulaşırız. Para durduk yerde büyüyor, daha doğrusu para parayı çekiyor gibidir. Böylece, doğrudan sanayi yatırımlarıyla ilgilenmeyip yalnızca parasını çalıştırmak isteyen, yani P-P' gibi kısa yoldan artı-değerden pay kapma peşindeki bir kısım sermaye, faiz geliri elde eder. Fakat bunun kaynağı elbette ki üretimde, artı-değerdedir. Bir kısım sermayenin doğrudan sanayi yatırımından kaçarak faiz geliri peşinde koşması aslında para sahibi kapitalistin, sanayici kapitaliste faiz karşılığı borç vermesi anlamına gelmektedir.
“Parasını faiz getiren sermaye olarak değerlendirmek isteyen para sahibi, bunu bir üçüncü kişiye devreder, onu dolaşıma sokar ve sermaye olarak meta haline getirir; sırf kendisi için değil başkaları için de sermaye haline getirir. Para, yalnızca onu veren kimse için sermaye olmayıp, daha başlangıçta bir üçüncü kişiye sermaye olarak artı-değer yaratan, kâr yaratan bir kullanım-değeri ile yüklü bir değer olarak verilmiştir; bu, kendi hareketinde kendisini devam ettiren ve işlevini yerine getirdikten sonra, ilk sahibine, bu örnekte paranın sahibine dönen bir değerdir. Şu halde para, ondan, yalnızca belirli bir süre için ayrılmakta, geçici bir süre için sahibinin zilyetliğinden çıkıp, iş yapmakta olan kapitalistin zilyetliğine geçmekte ve böylece ne ödeme şeklinde elden çıkartılmakta ne satılmakta, ama yalnızca ödünç verilmekte, ve önce, belli bir zaman aralığından sonra çıkış noktasına dönmek ve ikinci olarak da, gerçekleşmiş sermaye olarak –kullanım değerini, artı-değer yaratma gücünü gerçekleştirmiş bir sermaye olarak– geri dönmek koşuluna bağlı olarak elden çıkarılmaktadır.”[77]
Sanayide kârlılık oranının düşmeye başladığı bazı konjonktürlerde, kapitalistlerin sermayelerinin önemli bir bölümünü doğrudan sanayi yatırımlarından çekerek, dünya piyasalarında para oyunları temelinde döndürmeye başlamaları ve faizlerin spekülatif biçimde yükselmesi, sonuçta dünya piyasalarını sarsan bir krizle kendini açığa vurur. Paranın kendi kendine para getirmediği açığa çıkar. Açıkçası, gerçek kaynağın ötesine taşan spekülatif hareketlerle aşırı hararetlendirilen borsa ve para piyasalarının eninde sonunda toslayacağı bir duvar vardır. O da, kâr, faiz ve rant gelirlerinin dağılımını yeniden düzenleyerek, bu gelirlerin mevcut artı-değerin bölüşümünden başka bir şey olamayacağını gösteren büyük krizlerdir. Yaşanan krizlerle birlikte gerçek ve sanal değerler ayrışırken, piyasadaki oyuncuların bir kısmının sıfırı tüketmesi pahasına başkaları kazanır. Diğer yandan da krizlerin ekonomik gerçekleri hatırlatan sert tokatları sayesinde burjuva iktisatçıların aklı yeniden başına gelir (!). Böylece burjuva dünyasında yeniden sanayi yatırımlarının önemi üzerine vurgular yapılmaya başlanır.
Rekabet temelinde kârlılığın ortalamaya doğru meyletmesinin, kapitalist yatırımcıyı verimliliği daha büyük çapta arttırmaya, yani daha yoğun bir makineleşmeye sürüklediği, Marksizmin yıllar öncesinden gözler önüne serdiği bir eğilimdir. Dolayısıyla, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde daha yoğun olmak üzere, belirli büyüklükteki bir üretimin daha az sayıda işçiyle gerçekleştirilmesinde, ne yeni olan bir taraf vardır ne de bu eğilim Marx’ın çözümlemeleriyle çelişmektedir.
Öte yandan kapitalistlerin sürekli olarak kâr maksimizasyonu peşinde ince maliyet hesapları yaparak, işlerine geldiğinde sabit sermaye yatırımlarını ana ülkede arttırmak yerine, yatırımları işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırdığını da unutmamak gerekir. Böylece, dünya ölçüsünde sermayenin farklı hareketleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde bazı sanayi kollarındaki yatırımların azalması (eğer farklı alanlardaki yeni yatırımlarla ikame edilmiyorsa) işsizliğin büyümesine yol açar. Az gelişmiş denilen ülkelere yapılan yatırımlar ise, nüfusun büyük kesimlerinin proleterleşmesi anlamına gelir. Demek ki, dünya kapitalist sisteminin, işli ya da işsiz, işçi sınıfının kitlesini büyütmek dışında bir seçeneği yoktur. “İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretilmesinin her zaman için zorunlu bir koşuludur.”[78] Kısacası, işçi sınıfı yoksa sermaye de yoktur; sanayi yoksa artı-değer yoktur, dolayısıyla kâr yoktur, faiz yoktur, borsa oyunları yoktur.
“Para şeklindeki nispeten küçük bir kısım dışında kalan ve toplam sermayeyi oluşturan üretim araçlarını satın alacak ve bunlardan yararlanacak kimseler olmaksızın, bütün sermayeyi para-sermayeye çevirme fikri, hiç kuşkusuz düpedüz saçmalıktır. Hele, sermayenin, herhangi bir üretken işlevi yerine getirmeksizin, yani faizin ancak bir kısmını teşkil ettiği artı-değeri yaratmaksızın, kapitalist üretim temeli üzerinde faiz sağlayabileceğini; kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim olmaksızın da yoluna devam edebileceğini düşünmek daha da büyük bir saçmalık olur. Eğer kapitalistlerin çok büyük bir kısmı, sermayelerini para-sermayeye çevirecek olsaydı, para-sermayede korkunç bir değer kaybı, faiz oranında müthiş bir düşme olur, pek çoğu hemen, faizle yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelir ve tekrar sanayi kapitalisti haline gelmek zorunda kalırlardı.”[79]
Bu nedenle, sanki genişletilmiş yeniden üretim süreci (yani sanayi) olmaksızın da salt para oyunlarına dayanan yeni bir cins kapitalizm olabilirmiş türünden saçmalıkları; “sanayisizleşme” türünden gevezelikleri bir tarafa bırakıp, dikkatleri kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarına çevirmek gerekir. Kapitalist üretim tarzının bizzat kendi içinde taşıdığı özellikler nedeniyle, zaman zaman sanayide parlak atılım dönemlerinin yaşanması ve ardından aşırı üretim krizlerinin gelmesi tesadüfî değildir. Bu bağlamda, Marx’ın kapitalizmin bunalımlı yapısına ilişkin açıklamaları, tartıştığımız konuyu doğrudan ilgilendirmesi nedeniyle çok kısaca da olsa üzerinde durmamızı gerektiriyor.
Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, toplam sermaye içinde değişen sermayenin oranının azalması kapitalist üretim tarzının bir yasasıdır. Bunun nedeni, emeğin üretken gücünün artması sayesinde, aynı süre içinde aynı emek gücünün giderek artan miktarda sabit sermayeyi (her türden makine, iş aracı ,vb.) ve hammaddeyi, yardımcı maddeyi işleyebilmesi, yeni değerlere katabilmesidir. Değişen sermayede toplumsal sermayeye oranla gerçekleşen bu sürekli azalma, toplam sermaye içinde değişmeyen sermayenin giderek daha ağır basması, sermayenin daha yüksek bir organik bileşime ulaşmasını ifade eder.
Diğer yandan, tüm bu gelişmelere eşlik eden bir diğer olgu ise, aynı ya da hatta artan bir emek sömürüsüyle birlikte artı-değerin kitlesi yükseliyor olsa da, kâr oranının düşme eğilimi göstermesidir. Bu husus önemlidir, çünkü sermaye cephesini ilgilendiren kıstas, kâr kitlesinin toplam sermayeye bölünmesiyle elde edilen kârlılık oranıdır. Ve yaratılan daha büyük miktarda artı-değer realize olup kâr kitlesi yükselse bile, eğer toplam sermayede daha da büyük bir artış olmuşsa, bunun anlamı kâr oranının düşmesidir. “Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi sayısı, şu halde, sermayenin harekete geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle, emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi sonuçta artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide artabilir. Ve bu, yalnız böyle olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici dalgalanmalar dışında, böyle olmak zorundadır.”[80]
Bazı dönemlerde kâr oranında bir artış gerçekleşse de, genelde sermayenin organik bileşiminin yükselişi nedeniyle uzun dönem içinde kâr oranı düşme eğilimi gösterir. Marx, mutlak bir düşüşten söz edilemeyeceğini ve düşüşü frenleyen bazı zıt yönlü etkilerin mevcut bulunduğunu belirtir. Zıt yönde etki yapan güçlerin en genel olanlarını sıralar: 1. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış, 2. Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi, 3. Değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması, 4. Nispî aşırı-nüfus, 5. Dış ticaret. Bunlar söz konusu yasayı ortadan kaldırmamakta fakat etkisini azaltmaktadırlar. “Demek ki, yasa, yalnızca bir eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelmektedir.”[81]
Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi ile bunu frenleyen zıt yöndeki etkenler kimi dönemlerde bir denge durumu sağlasalar da, zaman zaman düşüş eğiliminin ağır basması sonucunda bunalımlar patlak verir. Bunalımlar daima, mevcut çelişkilerin geçici ve zora dayanan çözümleridir ve bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır. İşte bu nedenle de kapitalizm asla üretici güçleri muntazam bir büyüme temelinde geliştiren bir sistem değildir. Kısacası, “Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.”[82]
Kapitalizmin kaçınılmaz sonuçlarından biri olan aşırı-üretim krizleri, somut görünümü itibarıyla bir eksik tüketimle, yani mevcut talebin toplam arzı yutamamasıyla kendisini hissettirmektedir. Burjuva iktisatçılar, kapitalizmin kaçınılması mümkün olmayan temel zaafını (yani aşırı üretim krizlerini) gözlerden gizleyebilmek için, başka gerekçeler ileri sürerler. Hastalığın sistemin kendisinde değil de, uygulanan “yanlış” ekonomik politikalarda olduğunu vazederler. Örneğin, eğer kapitalizm krizde ise, onlara göre bu durum borsalardaki dalgalanmaların, faiz oranlarındaki düşüş ya da çıkışların veya talepte arzulanmayan ya da beklenmeyen bir daralmanın (ne hikmetse!) sonucudur. Oysa bunalımın kaynağında, aslında kapitalist üretim tarzının anarşik doğası yatmaktadır. Çünkü, metaların üretilmesi ile onların satılması ve böylece içerdikleri artı-değerin piyasada realize olması, kapitalist sürecin iki ayrı perdesidir. Ve bu iki perdenin akılcı bir koordinasyonu, kelimenin gerçek anlamında planlanması mümkün değildir.
Kendi işleyiş yasaları içinde sermayenin amacı, mümkün olduğu kadar çok karşılığı ödenmeyen emeğe el koymak, artı-değer kitlesini muazzam boyutlara ulaştırmaktır. Bunu gerçekleştirir, fakat böylece sürecin ikinci perdesine sıra gelir. Tüm metalar kitlesinin, yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan ve artı-değeri de içeren toplam ürünün satılması gerekir. “Eğer bu yapılmaz ise, ya da kısmen veya üretim-fiyatlarının altında kalan fiyatlarla yapılırsa, işçi aslında sömürülmüştür, ama bu sömürü, kapitalist için sömürü olarak gerçekleşmemiştir ve bu durum, işçiden sızdırılan artı-değerin, hiç gerçekleştirilmemesi ya da kısmen gerçekleştirilmesi, ve hatta, sermayenin kısmen ya da bütünüyle kaybedilmesi ile sonuçlanabilir. Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir.”[83]
Piyasa ilişkilerini düzenleyen koşulların, üretime ilişkin öngörülerden ya da tüketicilerin taleplerinden bağımsız bir doğa yasası haline gelerek her geçen gün daha da denetlenemez oluşu, kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı bir çelişkidir. Sermaye bu çelişkiyi, üretimin yeni alanlara doğru yayılması ve yeni pazarlar yaratılması ile çözümlemeye çalışmaktadır. Fakat Marx, üretkenlik geliştikçe kapitalist sistemin kendisini tüketim koşullarının dayandığı dar temeller ile o denli çatışır bulacağını vurgulamıştır. Kâr oranı, işçi daha az sömürüldüğü için değil, üretkenlik artışı sonucunda yatırılan toplam sermayeye oranla giderek daha az emek kullanıldığı için düşmektedir. Düşen kâr oranına karşı durma çabası ise, yine yeni tekniklerin bulunup uygulamaya sokulmasını, böylece daha da büyük ölçekte sermaye kullanılmasını gerektirmektedir. Bu işleyiş içinde daha küçük sermayeler büyükler tarafından yutulmaktadır. Piyasa yasalarının zoru karşısında boyun eğip iflâs eden kapitalistler sahip oldukları sermayeden yoksun bırakılmaktadır. Sermayenin uluslararası ölçekte belirli ellerde yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle birlikte, rekabet temelinde tekelleşme olgusu daha da çarpıcı hale gelmektedir.
Rekabet içinde birlik eğilimi, işlerin yolunda gittiği dönemlerde kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirse ve böylece her birinin ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay almasını sağlasa da, sıra zararın paylaşılmasına geldiğinde durum değişir. Her kapitalistin bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, var olan gücüne ve göstereceği kurnazlığa bağlı olduğundan, böylesi dönemlerde rekabet düşman kardeşler arasındaki savaşa dönüşür. Bunalımların patlak verdiği dönemlerde toplam sermayenin bir bölümü değer kaybına uğrar, paranın ödeme aracı işlevi felç geçirir. “Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve, şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiilî durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[84]
Rekabet savaşımı temelinde gelişecek yeni arayışlarla yeni tekniklerin bulunması, yeni çalışma yöntemlerinin uygulamaya konulması vb. sayesinde üretimde bir sonraki genişleme dönemi hazırlanmış olacaktır. Ve böylece de, aynı ekonomik döngü, öncekine oranla genişlemiş bir piyasa ve artmış üretici güçlerle birlikte, yani daha yıkıcı bir biçimde işlemeye başlayacaktır. Öte yandan şurası çok önemlidir ki, kapitalizmin aşırı üretimi, asla insan ihtiyacını aşan bir üretim fazlası anlamına gelmez. Bu aşırı üretim, kitlelerin gerçek ihtiyaçlarını karşılayamadıkları, böylece aslında madalyonun diğer yüzünde eksik tüketimin yer aldığı cinsten bir “aşırı üretim”dir. Yani kapitalistlerin elinde satılamayan mallar birikirken, emekçi kitlelerin yoksunluk içinde kıvrandığı türden bir “aşırı üretim”! O nedenle Marx, “Mevcut nüfusa oranla, çok fazla yaşam gereksinmesi üretilmemiştir. Tam tersine. Büyük kitlelerin gereksinmelerinin doğru dürüst ve insanca karşılanması için pek az üretim yapılmıştır” der.[85]
Özetlemeye çalıştığımız bu kapitalist işleyiş yasaları, bildiğimiz üzere kendilerini malî piyasalardaki sarsıntılar, aşırı üretim krizleri, iflâslar, artan işsizlik gibi somut sonuçlarıyla ortaya koymaktadır. Bu nedenle de üzerinde durduğumuz hususlar, birtakım soyut eğilimler olmayıp kapitalizmin can yakıcı gerçekleridir. Kâr oranındaki düşme eğilimi sonucunda gerçekleşen bunalımlar, aslında kapitalist sistemi bizzat kendi içinden sarsan ve sorgulayan çok önemli bir olgudur. Toplam sermayenin kendini genişletme oranı ya da kâr oranı, kapitalist üretimin dürtüsü olduğu için, Marx, ondaki düşmenin yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlattığını ve böylece kapitalist üretim sürecinin gelişmesi için bir tehdit olarak göründüğünü söyler.
“Bu düşme, aşırı üretimi, spekülasyonu, bunalımları ve artı-nüfusla birlikte artı-sermayeyi besleyip büyütür. ... ve bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzının sınırlılığını ve ancak tarihsel ve geçici bir niteliğe sahip bulunduğunu doğrular; servet üretimi için, bunun mutlak bir biçim olmadığına, üstelik belli bir aşamada, kendi gelişmesiyle çatışma haline girdiğine tanıklık eder.”[86]
“Robotlaşma” mı?
Makineleşmenin artışı, aynı iş saati içinde daha fazla üretim yapılmasını mümkün kılarak emeğin üretkenliğini arttırmakta, böylece metaların ucuzlamasına neden olmaktadır. Bu, verili iş saatleri içinde işçinin kendisi için çalıştığı gerekli emek zamanının kısalması, kapitalistin el koyduğu artı-emek zamanının ise uzaması anlamına gelir. İşte makine bu nedenle, işçiden sızdırılan artı-değeri büyütme aracıdır. Makinenin kendisi, yani ölü emek artı-değer yaratmaz, fakat canlı emeğin daha fazla artı-değer yaratmasını mümkün kılar. Marx, iş araçlarının makine biçimine girmekle, işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan otomatik nesneler halini aldığını ve böylece kapitalist üretim sürecine insan tabiatının koyduğu doğal engelleri en aza indirecek muazzam olanaklar sağladığını belirtir.
Çok daha az sayıda işçiyle daha büyük ölçekte üretimi sürdürmeyi mümkün kılan muazzam teknolojik gelişme, sermayenin gücüne ilişkin bir yanılsamanın giderek daha geniş boyutlarda üretilmesine de neden olmaktadır. Bu yanılsama, üretken emeğin gücünün sermayenin bir niteliği gibi algılanmasından kaynaklanır. Canlı emeğin özelliği, yeni bir değer yaratırken geçmiş değeri, yani ölü emeği de ona aktarmaktır. Böylece canlı emek, durmadan artan bir sermaye değerini sürekli yenilenen bir şekil içinde korur ve ebedileştirir. “Emeğin bu doğal gücü, sanki, kendisiyle kaynaştığı sermayenin bir niteliği ve özelliği imiş gibi görünür; tıpkı, toplumsal emeğin üretken gücünün, sermayeye özgü nitelikler görünüşüne bürünmesi, ve gene tıpkı kapitalistlerin artı-emeğe durmadan el koymalarının, sermayenin devamlı olarak kendi kendisini genişletmesi şeklinde görünmesi gibi.”[87]
Üretkenlikteki gelişme, işgücünün yeniden üretimi için gerekli emek zamanını azalttığından, bir yandan artı-emek miktarı yükselirken diğer yandan aynı düzeyde üretim için kullanılacak işçi sayısında düşüş gerçekleşebilir. Bu açıdan bakıldığında, alabildiğine yükselen makineleşme düzeyiyle birlikte, mantıken kapitalistlerin de gerçekten giderek son derece az sayıda işçi çalıştırarak düzenlerini sürdürecekleri düşünülebilir. Ama genelde öyle olmamaktadır. Çünkü kapitalist düzen, insanlara çok da mantıklı görünen bazı kurallara göre değil, işçiden olabildiğince fazla artı-değeri emme kuralına göre işler.
Artan üretkenlik sayesinde sömürü derecesini yoğunlaştırıp, çok daha az sayıda işçi çalıştırarak artı-değer kitlesini büyütebilmenin karşılaşacağı bazı doğal engeller vardır. Marx, “Her ikisi de günde 12 saat çalışan iki işçi, hava ile yaşasalar, yani kendileri için hiç çalışma zorunda bulunmasalar bile, günde yalnız 2 saat çalışan 24 işçinin ürettikleri kadar artı-değer üretemezler” der.[88] Kapitalizmin tarihi, farklı ülkeler ve farklı sektörler bakımından eşitsiz bir biçimde de olsa, giderek düşen çalışma saatleriyle artan sayıda işçinin istihdam edildiğini gözler önüne sermektedir. İnsanların ihtiyacını karşılayabilecek daha çok üretimin, çok daha kısa çalışma saatleri içinde yapılabilmesini mümkün kılacak bir gelişme eğiliminin kapitalizmin mantığıyla nasıl çeliştiğini ve kapitalist sistemin tarihsel açıdan çıkışsızlığını nasıl da sergilediğini anlatır Marx:
“Ne var ki, ücretli emekçi sayısındaki nispî azalmaya karşın, mutlak olarak artış, zaten kapitalist üretim tarzının bir gereksinmesidir. Emek gücünü günde 12-15 saat çalıştırmak artık zorunlu olmaktan çıkar çıkmaz, bu üretim tarzı için emek-gücü artık bollaşmış demektir. Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol açabilecek, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için, bir devrime neden olabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül sınırının bir başka belirtisidir ve bu üretim tarzının, üretici güçlerin gelişmesi ve servet yaratılması için hiçbir zaman mutlak bir biçim olmadığını, daha çok, belli bir noktada bu gelişmeyle çatışma haline geldiğini de gösterir. Çalışan nüfusun bazen şu, bazen bu kısmının eski istihdam biçimi altında fazlalık haline gelmesinden doğan devresel bunalımlarda bu çatışma kısmen görünür duruma gelir. Kapitalist üretimin sınırı, işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu ilgilendirmez. Üretkenlikteki gelişme, onu, sadece işçi sınıfının artı-emek zamanını artırdığı ölçüde ilgilendirir, yoksa, genellikle maddi üretim için gerekli emek zamanını azalttığı için değil. Böylece bir çelişki içersinde hareket eder.”[89]
Günümüzde “esnek çalıştırma” vb. gibi değişim olanaklarına sahip büyük sermaye grupları, daha kısa çalışma saatleriyle daha çok sayıda işçi çalıştırmayı gündeme getirmişlerdir. Örneğin Almanya’da çelik ve metal işkollarında 1995 yılında 35 saat uygulamasına geçilmiştir. Avrupa 1997’de “part-time” çalıştırma uygulamalarına başlamıştır. Bu türden uygulamalar genellikle işçilerin ücretlerinin düşürülmesiyle birlikte yürürlüğe sokulmakta ve ancak sendikaların toplu sözleşmelere geçirtebilmesi durumunda, ücretten herhangi bir indirim yapılmaksızın gerçekleşebilmektedir. Bu sayede ücret indirimine gidilmese bile, yine de bu çalışma koşulları, aslında emek-gücünün sömürüsünün azaldığını değil, emeğin üretken gücündeki artış sayesinde kısalan çalışma saatleri içine isabet eden artı-emek zamanının yükseldiğini gösterir. Öte yandan, kapitalistler bu türden uygulamaları, işsizliği azaltmak, yeni istihdam olanakları yaratmak propagandasıyla yaldızlasalar da, onların asıl derdi işçilik maliyetlerini düşürerek kârlarını yükseltebilmektir.
Teknolojik gelişmenin sıçramalar kaydettiği günümüz koşullarında yapılan “robotlaşma” tartışmaları, makineleşmenin bu hızla gitmesi durumunda, üretim sürecinde insanın işgücünü neredeyse tamamen devre dışı bırakacağına işaret ediyor. Üretimin yalnızca robotlarla sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda akıl yürütülüyor. Gelinen bu noktada bir Marksist, kapitalizmin günümüzde insanlığı içine sürüklediği felâket bir yana, ekonomik açıdan da artık saçmalık düzeyine varan bir sistem haline geldiğini ve nesnel olarak komünizmin kapıya dayandığını düşünür. Marksizmi çürütme sevdasında olanlar ise, bu gerçekliği sanki mal bulmuş Mağribi gibi “bakın artık kapitalizmin işçi sınıfına bile ihtiyacı yok, demek ki Marksizm hepten öldü” teraneleriyle karşılamaktadırlar.
Böyle düşünenlerin bir kısmı, gerçekten de çıkarları kapitalist düzenin devamından yana olanlardır ve sanki mezarlıktan geçmeye hazırlanırlarken ıslık çalmaya başlar gibidirler. Çünkü bunlar, şayet kapitalizm hiç işçi çalıştırmaksızın üretim çarklarını döndürmek durumunda kalsaydı, kapitalist düzende işgücünü satarak varlığını sürdürmekten başka bir seçeneği olmayan milyonlarca kadın ve erkeğin, evet milyonlarca işsizin, sistemin başına ne işler açacağını düşünmek bile istememektedirler. Ya da bunlarla aynı durumda olmasalar da, burjuva ideolojisinin sinsi dolduruşlarına gelenler, teknolojik gelişmenin kapitalizmin barışçı bir dönemini (reformlar çağını) yaklaştırmakta olduğunu düşünebilmektedirler. Bunlar da kendi düşünsel fukaralıkları içinde, Marksizmin bu türden sorunlara yanıt getirmediğini geveleyip, kendilerini burjuva ideolojisinin “yeni” çözümlerinin kollarına atmaktadırlar.
Oysa Marx yıllar önce bu sorunu nasıl da güzel aydınlatmıştır: “Makine yüzünden tüm ücretli-işçiler sınıfı ortadan kalkacak olsaydı, ücretli emek olmadıkça, sermaye olmaktan çıkan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!”[90] Kapitalizmin olmazsa olmaz koşulu artı-değer üretimi olduğuna ve bunun kaynağı da canlı emek sömürüsüne dayandığına göre, salt robot kullanımı, artık değişim değeri değil kullanım değeri üretilen yeni bir sistem anlamına gelir. Bu da zaten kapitalizmin inkârı demektir. Fakat çok ama çok önemli olan husus şudur ki, bugünkü teknolojik gelişme düzeyiyle birlikte, aslında insan emeğinin giderek üretim sürecinden uzaklaşması olanağı yaratılmış olmaktadır. Bu durum, kapitalist zenginliğin temelinde yatan canlı emek sömürüsü sisteminin sonunu hazırlamakta, onu tehdit etmektedir. Harcanan daha az canlı emek süresiyle çok daha fazla ürün elde edilmesi biçiminde dışa vuran orantısızlık, giderek kapitalist sistemin işleyişini açık bir mantıksızlık noktasına sürüklemektedir. İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelmektedir.
“Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir” der Marx. Ve bu gelişme eğiliminin, giderek mantıksızlık sınırına dayanan kapitalist sistemin aşılması sayesinde, bireyin özgürce gelişebileceği yeni bir düzeni müjdelediğini gösterir. “Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. ... Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir.”
Fakat kapitalizm devam ettiği sürece mantıksızlık da devam edecek ve kimileri “robotlaşma” benzeri tartışmalarla “işçisiz kapitalizm” tasarlayıp vakit öldüredursunlar, sermaye gün geçtikçe çelişkiler içinde kıvranmaktan kendini kurtaramayacaktır. “Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu emeğe harcanan süreyi azaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek üzere azaltır; dolayısıyla fazlalık emeği, giderek artan bir ölçüde, zorunlu emeğin koşulu -ölüm kalım meselesi- haline getirir.”[91]
Modern sanayinin gelişimi, makinenin başında birkaç saat dikilen ve emeği önemsizleşen işçiyi yaratmaktadır. Kapitalist gelişme süreci içinde birikmiş muazzam miktardaki ölü emek, giderek canlı emeğe duyulan ihtiyacı azaltmaktadır. Modern yaşamın tüm bu gerçekleri aslında “işçisiz kapitalizme” değil, komünizmin maddi temelini hazırlayan bir gelişmeye işaret etmektedir. Teknolojik gelişme sayesinde, işçinin üretim sürecinde örneğin birkaç saat denetçi olarak yer alması yetecektir. Fakat kapitalizm altında bu yalnızca bir eğilimdir ve bu tür bir olanak ancak kapitalist sömürü sistemine son verilmesiyle gerçekliğe dönüşebilir.
Dünya genelinde üretici güçlerin bugün geldiği düzey dikkate alındığında, aslında gerçekten de çalışma saatlerinin kısaltılmasının koşulları hazırlanmış demektir. Ne var ki kapitalizm altında bu olanak, dünya üzerinde henüz varlığını sürdüren büyük bir eşitsizlikle birlikte gitmektedir. Bu nedenle bir yandan ileri kapitalist ülkelerde ve örneğin Japonya’da neredeyse tamamen robotlarla üretim yapan fabrikalar reklâm (ama yalnızca reklâm!) konusu olurken, az gelişmiş ülkelerde boğaz tokluğuna ücretlerle ve son derece ilkel koşullarda meta üreten fabrikalar varlığını sürdürmektedir.
Üretici güçler, burjuvaların son dönemlerde çok hoşlandıkları kavramla dile getirecek olursak, global açıdan düşünüldüğünde insanlığın artık son derece düşük çalışma saatleriyle yaşamlarını örgütlemelerini olanaklı kılabilecekken, ne olanaklar gerçekliğe dönüşebilmekte ne de eşit bir biçimde dağılmaktadır. Ancak kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını kavrayamayan ya da kavramak istemeyen bir mantalite, makineleşmenin ilerleyişine ve teknolojik gelişmelere, salt onların içerdiği genel teknik potansiyel bakımından yaklaşır. Oysaki, örneğin potansiyel olarak iş saatlerini kısaltma olanağı sağlayan makineleşme, sermayenin hizmetindeyken, bunun uzamasına bile neden olabilmektedir. Keza çalışmayı hafifletebilecekken, sermayenin emrine koşulduğunda, kapitaliste işin yoğunluğunu alabildiğine arttırma fırsatı sunmaktadır. Marx’ın deyişiyle, “kendi başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir.”[92]
Makineli üretim düzeyindeki müthiş ilerleme karşısında kapitalizmin işleyiş yasalarını göz ardı edip, “işçisiz kapitalizm” gibi abes tartışmaları kışkırtanları gerçekler dünyasına davet eden en önemli olgu, yine bizzat kapitalizmin uzun dönemli kriz eğilimi olmaktadır. “Robotlaşma” benzeri tartışmalar, hep kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin büyük bir krizle dışa vurmasıyla kesintiye uğramaktadır. Tıpkı, 20. yüzyılın başlarında yürüyen ve artık kapitalist bunalımların aşılacağı ve yeni bir “örgütlü kapitalizm” dönemine girileceğini ileri süren tartışmaların bir dünya savaşı ile kesintiye uğraması örneğinde olduğu gibi. Ya da günümüzde, globalleşen kapitalist düzenin faziletlerini göklere çıkartan liberal yazarların geleceğe dair çizdikleri pembe tabloların, birbiri ardı sıra patlayan krizlerin etkisi ve yeniden paylaşım savaşlarının bombalarıyla paramparça olması örneğindeki gibi...
Emperyalist kapitalist sistemin temel işleyiş yasası olan rekabet ve tekelleşme eğilimi, yeni pazar alanlarının egemenlik altına alınması mücadelesini kızıştırmakta ve bu da emperyalist güçlerin kışkırttığı bölgesel savaşların tırmanmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu savaşlar, en başta insan olmak üzere üretici güçlerin tahribine neden olmakta ve sermayeye savaşlarla düzlediği alanlara yeniden yatırım yapma fırsatını (daha doğrusu, insanlığı felâketlere sürükleyen bir çeşit yap-boz oyununun sürdürülmesi imkânını!) sunmaktadır.
Kısacası, kapitalizm ekonomik ve teknik açıdan ileriye doğru yürüyüşünü sürdürüyor olsa da, bu durum üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki müthiş gerilim pahasına gerçekleşmektedir. Ve kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçleri, özel mülkiyet engelinden kurtuldukları takdirde ulaşabilecekleri düzeyin gerisinde tutmaktadır. Onlara ket vurmaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki gerçek yüzü budur. O nedenle de, dünya üzerinde yaşamını sürdürebilmek için işgüçlerini kapitalistlere satmak dışında bir yaşam seçeneği bulunmayan milyonlarca insanın bugünü ve geleceği, üretici güçlerin gelişimi önünde akıldışı ve canavarca bir engele dönüşmüş bulunan kapitalist özel mülkiyet engelinin yıkılıp atılmasına bağlıdır.
Özetle, kapitalizm altında ekonomik gelişme, yaşamın her alanında eşitsizliklerin varlığını sürdürmesi ve çelişkilerin derinleşmesi pahasına gerçekleşir. O halde, teknik yeniliklerin cazibesine kapılıp bu eşitsizlikler düzeninde daha pırıltılı bir gelecek düşlemek, gerçekte insan yaşamının artık ya sosyalizm ya toptan yok oluş benzeri bir ikilemle yüz yüze bulunduğu günümüzde aklını yitirmiş olmak anlamına gelmektedir. Tüm teknolojik albenisine rağmen çağdaş kapitalist yaşam, milyonlarca insana sunduğu açlık ve ölüm tehdidiyle, daha iyi çalışma ve yaşam koşullarını engelleyen işleyiş tarzıyla, emekçi kitlelerin boş zamanlarını bile metalaştırarak onları zihinsel bir çöküntüye sürüklemesiyle artık katlanılması olanaksız bir düzene dönüşmüş bulunmaktadır. Bütün mesele, bu nesnel gerçekliğin işçi sınıfının bilincine kazınması ve kapitalist üretim ilişkilerini kırıp geçecek büyük bir hareketin örgütleyicisi olacak önderliğin yaratılabilmesidir.
Serbest Zaman Yaratma Sorunu
Marx, kapitalist toplumda üretken emeğin artı-değer üretimi bakımından taşıdığı önemi gözler önüne sererken, yalnızca kapitalizmin bir gerçekliğine işaret etmekteydi. Ve hatırlanacağı gibi, bu durumu işçi açısından bir talihsizlik olarak değerlendiriyordu. Marx, toplumsal ilerlemenin asıl ölçütünü serbest zamanın artışında görüyordu.
Marx’ın bununla kastettiği, kapitalist toplumda yaşandığı biçimiyle bir “çalışma zamanı-boş zaman” ayrımına denk düşmez. Çalışma süresinin yaşam açısından zorunlu, geri kalanının ise boş olarak görülmesi, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumun yarattığı bir değer yargısıdır. Oysa üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelinin aşılması, çalışmayı da değişikliğe uğratacak ve onu bu değişmiş özüyle bir zorunluluk olmaktan çıkartıp bir zevk haline dönüştürecektir. Kapitalizmin aşılması, kapitalist kâr mantığının sonucunda ortaya çıkmış olan sözde ihtiyaçların ayıklanarak üretilecek nesnelerin gerçek insan ihtiyaçları temelinde sadeleştirilmesini, insan sağlığı, mutluluğu ve doğayla uyumlu hale getirilmesini sağlayacaktır. Bunların üretilebilmesi için gereken süre azalacak, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde toplam üretim zamanı toplumun bütün sağlıklı üyeleri arasında paylaştırılacaktır. Böylece bu yeni düzen, bireyin toplumla uyum içinde her türden yaratıcılığını geliştirebileceği serbest zaman kullanımını mümkün kılacaktır. Bu güzelliklerin gerçekleşebilmesi için üretici güçlerin gelişimi ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilecek toplumsal üretim zamanının kısaltılması zorunlu bir önkoşuldur.
İşte bu nedenle Marx, bir yandan kapitalizm altında ekonomik gelişmenin neler pahasına gerçekleştiğini sergilerken, diğer yandan daha güzel bir gelecek umudunu bir idealist gibi birtakım ütopyalara değil, somut gerçeklere bağladı. Marx otomasyonun özgürleştirici yanına dikkat çekerken, ekonomik gelişmeyi serbest zamanın artışını olanaklı kılması bakımından önemsediğini gözler önüne sermekteydi. Sermayenin zenginliğinin, daha fazla artı-emek süresi elde edilmesine bağlı olduğunu belirtiyordu. Çünkü kapitalist sistemin hedefi, ihtiyaçlar ölçüsünde kullanım değeri yaratılması değil, daha çok kâr elde etmek üzere daha çok değişim değeri yaratmaktı. Fakat sermayenin bu hedefe ulaşabilmek amacıyla üretkenliği arttırması, aynı zamanda toplumsal serbest zamanın artışının da temellerini döşemekteydi. “Dolayısıyla sermaye, bilmeden ve istemeden, toplumsal serbest-zamanın koşullarının yaratılmasına, emek süresinin toplumun tümü için giderek azalan bir minimuma indirgenmesine ve böylece herkesin zamanının kendi kişisel gelişimi için serbest bırakılmasına hizmet etmek durumundadır. Ama sermayenin dinamiği, her zaman için, bir yandan serbest-zaman yaratırken, bir yandan da bunu artık-emeğe dönüştürmektir.”[93]
Çalışma zamanının kısaltılması olanağı bizzat kapitalist gelişmenin yarattığı bir sonuç olsa da, diğer tüm olanaklarda olduğu gibi, kapitalizm altında hiç de tüm insanlığın yararına dönüşememektedir. Tersine, milyonlarca insana acı çektiren ve onlara daha çok işsizlik ve yoksulluk getiren bir sürece işaret etmektedir. Öte yandan kapitalizm altında çalışma saatleri kısalsa bile, bu durum hiç de insanın gerçek zenginleşmesi anlamına gelebilecek bir serbest zaman artışı olmayacaktır. Çünkü kapitalist düzen, iş saatleri dışında kalan zamanı, gerçek insanî zenginliğin artışına fırsat verecek biçimde “serbest” bıraktırmamaktadır. Tam tersine, zamanın tüketimini de kapitalist sistemi ayakta tutacak tarzda kendisi örgütlemektedir.
O halde serbest zaman sorununu, ekonomik gelişme ve teknik ilerlemenin işçi sınıfına kendiliğinden bahşettiği bir avantaj olarak algılamak yanlış olacaktır. Son tahlilde maddi zeminini elbette ki ekonomik gelişmenin döşediği serbest zaman, aslında pasif değil aktif konum içindeki, yani kapitalist düzene karşı çok çeşitli alanlarda mücadele yürüten bir işçi sınıfı tarafından kazanıma dönüştürülebilir. Çünkü günümüz koşullarında sermaye, işçileri bilinçsiz ve aptal birer tüketici haline getirmeye çabalamaktadır. İşçiye düşüneceği ve düzeni sorgulayacağı bir serbest zaman bırakmamak için, onun boş zamanını da kapitalizmin ideolojik propaganda araçları sayesinde çalıp götürmektedir. Marx yıllar önce ne diyordu?
“Zaman, insanın gelişmesinin mekânıdır. Kullanacak boş zamanı olmayan, uyku, yemek vb. gibi salt fiziksel kesintiler dışında tüm yaşamı kapitalist hesabına çalışmaya giden bir adam, bir yük hayvanından daha beterdir. O, fizik olarak ezilmiş, kafaca alıklaşmış, başkası için servet üreten basit bir makinedir. Ama bununla birlikte, bütün modern sanayi tarihi gösterir ki, sermaye, eğer önüne set çekilmezse, bütün işçi sınıfını, umursamadan, acımasızca bu en aşağı düzeye düşürmek için çalışır.”[94]
Liberaller, Marksizmi gözden düşürme çabası içinde, bizzat Marksist dünya görüşünün içerdiği ve aslında ancak komünist bir toplumda gerçekleşecek olan özgür bir yaşam tarzının bazı unsurlarını, sanki bunlar kendi keşifleriymiş ve Marksizm bunları içermiyormuş gibi ileri sürerler. Gerçek sahiplerinin elinde birer mücadele aracı olan insan özgürlüğüne ilişkin düşünceler, liberal yazarların elinde, Marksizme “ekonomizm”, “nesnel gereklilikler fetişizmi”, “insanı yok sayan maddecilik” vb. suçlamalarıyla kara çalmak üzere yoğrulup çamur haline getirilir. Bu tür suçlamaların bilimsel açıdan bir kıymeti harbiyesi yoktur. Marx daima, kapitalizm altında özgürlük ve gereklilik arasındaki çelişkinin varlığı noktasından hareket etmiş, özgürlük konusunda boş ve kurgusal kelâmdan kaçınmıştır. Marksizm, özgürlük alanının vaatlerle, ahlâki kurallarla, ütopyalarla vb. değil, meta fetişizmine dayanan kapitalist toplumun aşılması ve herkesin dilediğince kullanabileceği serbest zamanın arttırılması sayesinde yaratılabileceğinin ve genişletilebileceğinin bilincindedir.
“Merkez” ve “Periferi” Tartışması
Siyasal sonuçları bakımından işçi sınıfının bütünsel gücünü zayıflatmaktan başka bir işe yaramayan yanlış değerlendirmelerden birisi de, yine Batılı “üstadlar”ınortaya attıkları “merkez” ve “periferi” işgücü ayrımıyla ilgilidir. Buna göre işçi sınıfı, genellikle büyük işletmeleri kapsayan üretim sektörlerindeki kalifiye, sürekli ve ayrıcalıklı işçilerden oluşan bir “merkez” ile; küçük işletmelerdeki, yan sanayi sitelerindeki, fason dağıtılan ev işlerindeki sendikasız, geçici, vb. işçilerin meydana getirdiği bir “periferi” itibarıyla bölünmüştür. Bu türden açılımlar, eğer yalnızca işçi sınıfının içindeki bazı ayrımları tespit etmekle sınırlı olsaydı, bu kadarıyla pek de bir sorun yaratmayabilirdi. Fakat genelde bu kadarıyla sınırlı kalmamaktadır.
İşçi sınıfının “merkez” ve “periferi” olarak adlandırılan bölümleri arasına sanki aşılmaz duvarlar çekerek, sendikalı ve vasıflı işçileri toptan “işçi aristokrasisi” olarak adlandıranlar, sınıfın bu kesimine karşı hiç de hoş olmayan bir yaklaşım sergiliyorlar. Ekonomik kriz dönemlerinde sermayenin saldırıları sanki yalnızca “periferi” denilen kesime yöneliyor ve “merkez” olarak adlandırılan kesim, güya yüksek ücretleri ve iş güvencesiyle ayrıcalıklarını koruyormuşçasına, yaşanan gerçeklikle çelişen görüşler sınıfın mücadele perspektifini bulandırmaktadır. “Periferi”yi “en devrimci” ilân eden çevreler, kapitalizmin konjonktürel salınımlarını genelleştirmekte ve sendikal mücadelenin gerilemesini, ayrıcalıklı diye küçümsedikleri “merkez” işçilerinin artık mücadeleci olmamasına bağlamaktadırlar. Bu gibi yaklaşımlar, sınıfın öncü kesiminin önemini ve bütünsel gücünü göz ardı eder. “Merkez” ve “periferi” türünden ayrımlar üzerine teoriler icat eden Batılı aydınlar, tıpkı bir dönemin revaçta olan Üçüncü Dünyacılığı benzeri çeşitlemeler yaratmaktadırlar.
Fabrika işçisiyle atölye işçisini karşı karşıya getirerek, ikincisinin daha az ücret alıyor oluşunun suçunu birincisine yükleyen mantalite, işçi sınıfına duyulan inancı değil, inançsızlığı ve içten içe kabaran, mayalanan küçük-burjuva öfkesini dışa vurmaktadır. Bu tür bir mayalanma, Marksist temellerden ne kadar da uzaktır. Artı-değer sömürüsünün nasıl işlediği konusunda bilgi sahibi olan kişinin, fabrika işçisinin daha az sömürüldüğünü iddia edip durmak gibi bir derdi olamaz. Sömürü derecesi aslında emeğin üretkenliğine bağlıdır ve daha modern tekniklerle üretim yapılan büyük fabrikalarda, sermaye daha çok artı-değer üretimi gerçekleştirmekte, yani sömürü oranı daha geri tekniklerle üretim yapılan atölyelere oranla daha yüksek olmaktadır. Fabrika işçilerinin diğerlerinden daha yüksek ücret alması bu gerçeği değiştirmez. Zira gerçek ücretler hiçbir zaman emeğin üretkenliği ile aynı oranda yükselmez. Emeğin üretkenliğini arttıran ileri teknik kullanımıyla birlikte gerçek ücretler yükseldiğinde dahi artı-değer oranı büyümektedir.
Küçük-burjuvaca bir ahlâk anlayışıyla kapitalizmin yarattığı sorunların üstesinden gelinebileceğini sanan günümüz Proudhon’ları, modern sanayi proletaryası karşısında kapıldıkları alerjide atalarını aratmamaktadırlar. Uyguladıkları yönteme varıncaya kadar, ne denli sadık birer küçük-burjuva ahlâkçısı olduklarını kanıtlama uğraşı içindedirler. Örneğin, işçi sınıfının homojen bir bütün olmadığı ve büyük fabrika işçilerinin toplu sözleşme dönemlerinde, atölye işçilerine oranla daha büyük bir pazarlık gücüne sahip bulundukları bir gerçektir. Bir Marksist bu gerçeklikten hareketle, atölye işçilerinin de sınıfın ekonomik örgütlülüğünün başını çekme kapasitesine sahip bulunan büyük fabrika işçilerini izlemeleri gerektiği sonucunu çıkartır. Oysa bir küçük-burjuva ahlâkçısı, Proudhonvari bir yaklaşımla, işçi sınıfını iyi ve kötü yanlardan oluşan bir çelişki olarak görür. Ve kendince kötü bellediği yönü, yani modern sanayi proletaryasını görüş alanı dışına kovarak, böylece iyiliğe kavuşulacağını vazeder.
Bunlar Marx’ın dediği gibi, sentez olmayı arzularken birleşik bir yanılgıdan öte bir varlık sergileyemeyen Proudhon’lardır. Bir taraftan geçmiş tarihin henüz çözüme kavuşturmamış bulunduğu sorunlar nedeniyle bir öfke krizine tutulurlarken, diğer taraftan yaşanan günün çözümü zor sorunları karşısında da, geçmişte kalmaya yüz tutan unsurlardan medet ummaktadırlar. Örneğin, sendikal bürokrasinin gücü nedeniyle sendikalar düzen örgütleri haline mi gelmiş, o halde işçi sandıkları dönemine geri dönelim!... Bu mantaliteye göre, modern sanayinin yarattığı fabrika işçileri sendika bürokrasisinin etkisi altında uyuklayıp aristokratlığın keyfini çıkarırlarken (!), atölye işçileri kendi sandıklarını kurup kendi devrimlerini yapacaklardır (!).
İşçilerin büyük fabrikalarda bir araya gelmesi gerçeğinde devrimci bir potansiyel gören Marksizm, küçük-burjuva eğilimler tarafından “ekonomizm”, “bürokratizm” vb. gibi mesnetsiz iddialarla suçlanmaktadır. Oysa bu olguyu Marx hiç de tek yönlü değerlendirmemiştir. Örneğin Marx, büyük fabrikaların kapitalizm altında ne anlama geldiğini açıklarken, “bir kışla disiplini” benzetmesine başvurur. “İşçinin, iş araçlarının tek düze hareketlerine teknik bakımdan tâbi oluşu ile, her iki cinsiyetten ve her yaştan bireyleri içerisinde toplayan işçi topluluğunun kendine özgü yapısı, fabrikada tam bir sistem halini alan bir kışla disiplini yaratarak daha önce de sözü edilen kontrol ve gözcülük işini ayrı bir uğraş haline getirir; ve böylece, çalışanları, işçiler ve gözcüler ya da sanayi ordusunun erleri ve çavuşları diye sınıflara bölmüş olur.”[95]
Marx’ın değerlendirmesi açıktır. Peki niye buna rağmen, büyük fabrika düzenine toptan karşı çıkmıyoruz? Çünkü, bu olgunun bir başka yönü de bulunmaktadır. Ordunun erleri nasıl ki kendilerine eziyet eden çavuş ve üst rütbeli subaylar karşısında doğal bir ittifak içine girebiliyorlarsa, yani kışla disiplini yaratan ordu düzeni, madalyonun diğer yüzünde bizzat bu disiplini parçalayacak patlayıcı maddeleri, kader birliği yapmış binlerce eri bir araya getiriyorsa, büyük fabrikalar da işçiler açısından işte öyledir. Ufak çaplı bir başıbozuklar ordusunda ise böyle bir kışla disiplini bulunmazken, ezilenleri ezenlere karşı birleştirecek o büyük potansiyel de mevcut değildir. Tıpkı küçük işletmelerde, dağınık atölyelerde çalışan işçilerin, büyük işletme ve fabrika işçilerini gerektiğinde birbirine kenetleyebilen o nesnel ortamdan yoksun olmaları gibi.
Henüz geri basamaklarda duranları bozulmamış ve daha devrimci bulan bu küçük-burjuva anlayışı (arada Marksist geçindiğine bakmayın!), aslında modern sanayinin ürünü olan işçi sınıfına ve onun bilimi Marksizme sıcak bakmamaktadır. İleri kapitalist ülkelerin işçi sınıfından umudunu kesmiştir. Ona göre devrimcilik, Üçüncü Dünyacılık ve varoşçuluktur. Kapitalist sistemin gerçeklerini kavramamış ve devrimci lâfazanlıkla gözü boyanmış tüm küçük-burjuva sosyalistleri, “ileri olan bozulup yozlaşmıştır, geri olan en devrimcidir” benzeri formülasyonlarla, dünyanın yada sınıfın çeperlerine dikkat kesildiklerini sanırlar. Gerçekte ise, bu da yalnızca aldatıcı bir görünümden ibaret. Çünkü ister merkezde isterse periferideyer alsınlar, modern dünyada tüm ezilenlerin kurtuluşunun yolu Marksizmden geçiyor.
[75] Marx, Kapital, C.2, s.68
[76] Marx, Kapital, C.1, s.602
[77] Marx, Kapital, C.3, s.302
[78] Marx, Kapital, C.1, s.610
[79] Marx, Kapital, C.3, s.332
[80] Marx, age, s.193-194
[81] Marx, age, s.212
[82] Marx, age, s.221
[83] Marx, age, s.217
[84] Marx, age, s.225
[85] Marx, age, s.228
[86] Marx, age, s.215
[87] Marx, Kapital, C.1, s.644-645
[88] Marx, age, s.219
[89] Marx, age, s.233
[90] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, s.59
[91] Marx, Grundrisse, s.651, 652 ve 653
[92] Marx, Kapital, C.1, s.470
[93] Marx, Grundrisse, s.656-657
[94] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, “Ücretli Emek ve Sermaye” içinde, s.143
[95] Marx, Kapital, C.1, s.452
link: Elif Çağlı, “Sanayisizleşme” mi, “Robotlaşma” mı, Yoksa Kapitalist Gelişme Yasaları mı?, 1 Ekim 1999, https://fa.marksist.net/node/502