Sitede yayınlanan okur mektuplarını büyük bir heyecanla okuyorum. Birçok işçi kardeşim gerek kendi işyerlerinde gerekse de başka yerlerde yaşanan sorunlar üzerine mektuplar yazıyorlar. İşçilerin sorunlarını ortaya koymalarının, çözüm yoluna ulaşmak açısından son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Böylece iş değiştirmekle ya da bireysel çözüm yolları aramakla bir yere varamayacağımızı, burjuva sınıfın bizi sömürmenin yanı sıra nasıl da bölüp parçalayarak gücümüzü zayıflattığını görüyoruz. Oysa dünyanın neresinde, hangi işkolunda çalışıyor olursak olalım, tüm işçilerin kaderi ortaktır. Dolayısıyla da, kaderimizi kendimiz belirlemek istiyorsak birleşmemiz ve mücadele etmemiz gerekiyor.
Bu anlamda ben de kendi çalıştığım fabrikadan bazı örnekler vermek istiyorum. Çalıştığım fabrika, üretim ve idari bölüm diye ikiye ayrılmış. Dolayısıyla işçiler de “işçi-memur” diye kendilerini ikiye ayırmışlar. Bir de üretimle idari bölüm arasında sıkışıp kalmış, ama yine de masa başında çalıştığı için kendini işçi olarak görmeyen işçiler var. İşyerinin uygulamaları düşünüldüğünde, sınıf bilincine sahip olmayan bu işçilerin kendilerini işçiden saymamaları çok doğal. Her şeyden önce üretim bölümlerinin çok büyük bir kısmı vardiyalı çalışıyor, geri kalanlar ise sadece gündüz. Dolayısıyla gündüz çalışanlar için verilen servislere memur servisi deniyor. Üretimdekiler iş elbisesi giyerken, geri kalanlar belirlenen kıyafet yönetmeliğine uygun olarak giyiniyorlar. Çalışma saatleri içerisinde üretimdekiler çay, kahve vb. içemezken, geri kalanlar istedikleri an istediklerini içebiliyorlar. Üretimdekiler genel olarak asgari ücret alırken, geri kalan bölümlerdekiler en aşağı 400 YTL alıyorlar. Bunlar sadece işverenin görünürdeki uygulamaları. Bunların işçiler üzerinde yarattığı yanılsamaların sonucu ise daha vahim. Ne üretimdeki işçi masa başındaki işçiyi işçiden sayıyor, ne de masa başındaki işçi kendini işçiden sayıyor. Böylece işçiler “işçi-memur” ayrımı yaparak kendi kendilerine ilk darbeyi vurmuş oluyorlar.
Bir diğer dikkat çeken nokta ise Alevi-Sünni ayrımı. Bu ayrım, işyerindeki her bölümü aynı zamanda kendi içinde bölen bir ayrım. Üstelik işçilerin gözünde işçi, müdür ve işvereni aynı kefeye koyabiliyor. Böylece işçi-işveren ayrımı ortadan kalkıyor, “bizden” ve “bizden değil” ayrımı daha baskın geliyor. Halbuki orada hepimiz sermayenin çıkarına işleyen çarkların bir parçasıyız. Eğer söz konusu olan insan yerine koyulmaksa, kimse insan yerine koyulmuyor. Koskoca fabrikada sıcağa karşı hassas olan makinelerin ve müdürlerin olduğu odaların dışında hiçbir yerde klima yok meselâ. Biz yaz boyunca sıcaktan bunalarak çalışırken, işverenin gözbebeği makineler bol bol serinlediler. Ne de olsa bir işçi gider yerine başkası gelir. Ama makine öyle mi? Makinenin bozulması işveren için maliyetin artması anlamına geliyor.
Çalışma sırasında yapılan hatalar, performans değerlendirmesinde kullanılmak üzere kayıtlara geçiriliyor. Müşteriden geri dönen işler içinse işçilerden para cezası kesiliyor. Öyle bir mekanizma kurulmuş ki, işverenin çalışanları bu ölçüde denetleyecek durumu olmadığından işçiyi işçi denetliyor ve hata bildirimini de işçi yapıyor. Şimdilerde bu “açığını yakaladım işte!” şeklinde yaşanıyor. Kimse bu hata denetleme sisteminin kimin işine yaradığına, kime zarar verdiğine bakmıyor. Herkes bir yarış halinde. Tıpkı kızak köpekleri gibi. Kızak köpekleri, kızağı çekmek için değil, birbirlerini yakalamak için koşarlar. Bunu onlara yaptıran insan ise, bu kovalamanın sonucunu alır ve kızağını çektirmiş olur. İşte bizim bütün bu birbirimize düşmelerimiz, birbirimizin açığını yakalamaya çalışmalarımız, bir tek kişinin, işverenin işine yarıyor.
Bir de işçilere dönem dönem eğitim seminerleri veriliyor. Bu eğitimlerden birinde işçilerden kendilerini yönetici yerine koymaları istenmiş. Ve farazi (aslında pek çok yerde yaşanan gerçek) bir olay anlatılmış. “Diyelim ki siz bir yöneticisiniz ve altınızda çalışan işçilerden biri son zamanlarda işini aksatıyor, devamlı hata yapıyor. Sonunda onu odanıza çağırıp konuşmaya karar verdiniz. İşçi odanıza girer girmez ağlamaya başladı ve durumunun farkında olduğunu ama bazı sorunlar yaşadığını, eşinin ölümcül bir hastalığa yakalandığını anlattı. Bu durumda tepkiniz ne olur?” diye sorulmuş. Ve sonunda işçiler bir sonuçta ortaklaşmış. Yapılması gereken, “onun durumunu anladığınızı, kendisine yardımcı olabileceğiniz bir şey varsa mutlaka istemesini ama burasının bir işyeri olduğunu, her işyeri gibi birtakım kuralları olduğunu ve ne olursa olsun bunları aksatmaması gerektiğini” anlatmakmış! Yani süslemelerini çıkarıp sadeleştirdiğimizde, “kocan mı ölüyormuş bana ne, burası bir işyeri ve sen ne olursa olsun işini yapmalısın, yoksa kapı orada!” dememiz gerekiyor. Ve bu örnek, insan ilişkilerinin anlatıldığı bir eğitimde veriliyor. Kapitalizmin insanlığı da ancak bu kadar oluyor işte! Ya da arkadaşının bacağına birkaç kiloluk bir metal parçasını düşüren bilinçsiz bir işçi rahatlıkla, “can önemli ama işyerinin malı daha önemli” diyebiliyor.
İşçi sınıfının örgütsüz, dağınık ve bilinçsiz olduğu bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla işçilerde yaşadıklarına karşı pek çok farklı tepki görmek mümkün. Kimisi, yukarıda da değindiğim gibi yaşadığı sıkıntıları sadece kendi işyerine özgü olarak görüyor ve tek çözümün bir an önce oradan kurtulmak olduğunu düşünüyor. Kimisi çalışma koşullarını, gördüğü muameleyi öyle bir kabullenmiş ki, bunu yadırgamıyor bile. Birileri iş koşullarının kötülüğünden söz ettiğinde bunu basit bir yakınma, hatta tembellik olarak algılıyor. Kimisi, çok çalışarak daha yüksek yerlere gelebileceğini ve bu durumundan kurtulacağını düşünüyor. Kimilerine göre de birilerinin çalışıp birilerinin yemesi doğanın bir kanunu. Bunları daha da çoğaltmak mümkün. Bütün bu fikirler elbette burjuva ideolojisinin ürünü. İşçi sınıfı, bunlara inandığı sürece kendi yaşamını değiştirecek gücü de inancı da kendinde bulamaz. İşte bizim yapmamız gereken, yaşadıklarımızın sıradan ve olağan şeyler olmadığını, bunları sorgulamak gerektiğini görmek. Yani aslında kendimize sürekli ayna tutmak.
Çalışabilir durumdaki herkesin çalışmasıyla günde sadece 3-4 saatlik çalışma pekalâ yeterli olabilecekken neden en az 8 saat çalıştığımızı, 350 YTL gibi komik bir rakamı bir ay geçinebileceğimiz bir para olarak kimlerin ve neye göre belirlediğini, çok küçük bir azınlık tüm zenginliklerin sahibiyken milyonlarca insanın neden açlıktan öldüğünü, çalışanların neden işçi ve memur diye bölündüğünü, işyerlerimizde başımıza diktikleri amirler yetmezmiş gibi neden bir de kameralar yerleştirildiğini ve bunun gibi daha nice şeyi sorgulamalı ve sorgulatmalıyız. İnsanın insanı sömürmesi doğanın bir kanunu olamaz. İnsan, insan olduğundan beri böyle yaşamıyor ve böyle yaşamak zorunda da değil. Çözümü uzaklarda aramayalım. Çözüm biz işçilerin ellerinde. Dünyayı döndüren bizsek, onu bu bataklıktan kurtaracak olanlar da bizleriz. Yeter ki, gücümüzün farkına varalım ve bu gücü nasıl kullanmamız gerektiğini gösteren devrimci Marksizmi kılavuz edinelim.
link: MT okuru bir matbaa işçisi, Anlattıklarımız Karamsarlık Değil Kapitalizmin Gerçeğidir, 25 Kasım 2005, https://fa.marksist.net/node/563
Paris Varoşlarından Gelen Patlama
Şemdinli Olaylarının Gösterdiği