Son üç yıldır burjuvazinin çeşitli sözcüleri artık ekonominin 'sağlam temellere' dayandığını, şoklara karşı daha dayanıklı olduğunu, eskisi gibi krizlerin pek olası olmadığını vaaz edip duruyorlardı. Enflasyon düşüyordu, ekonomi yüksek büyüme hızları yakalamıştı, verimlilik artmıştı, 'yapısal tedbirler' önemli oranda hayata geçirilmişti, 'mali disiplin' sağlanmıştı, IMF'nin direktiflerine de uyuluyordu vs. Zaten AB'ye giriş müzakereleri de başlamıştı, hatta herkesi pembe panjurlu evine kavuşturacak mortgage'imiz bile az daha oluyordu. Sistemin bütününe ilişkin daha soğukkanlı bir bakışı olanların veyahut 'rehaveti' engellemek için sopayı elden bırakmayanların kimi eleştirileri yok değildi elbet. Ama yine de bu tür eleştirel tutumlar asla baskın değildi. Sonuç olarak 'ekonomi çevrelerinin' çok büyük çoğunluğu, genelde işlerin iyi gittiğine dair havayı şu ya da bu biçimde pompalıyorlardı.
Ama heyhat, tanrılar birdenbire küstüler ve ekonomimize 'türbülans' gönderdiler. Birkaç haftalık süre içinde yaşanan keskin çalkantılarla borsa yüzde 30 düştü (44.000 dolayından 32.000 dolayına), lira yüzde 30'u aşkın değer kaybetti (dolar karşısında 1,3 dolayından 1,7 dolayına), faizler yüzde 60 yükseldi (%13 dolayından %21 dolayına), enflasyon yeniden tırmanışa geçti. 2001'deki gibi bir krizden söz edilemese de (en azından şimdilik) işçi ve emekçiler açısından acı sonuçları önümüzdeki günlerde daha belirgin hissedilecek olan bir çalkantı yaşandığı açık.
İşçi sınıfı ve emekçi kitleler için işsizlik ve yoksulluk son üç yıldır da kronik biçimde devam ettiği halde pembe tablolar çizen burjuvazinin satılık ekonomi âlimleri, aynen 2001 krizi öncesi ve sonrasında olduğu gibi, işler sarpa sarınca irili ufaklı birçok konuda daha önce söylediklerini unutup yeni yalanlar geliştirmeye başladılar ya da hiçbir şey olmamış gibi eski yalanlara devam ettiler. Bunlar 2001 krizi öncesinde enflasyonu düşürmek için uygulanan kuru baskılama (kur çıpası) politikasını överken, sonrasında kurun serbest olmasını (dalgalı kur) övmeye başlamışlardı. şimdiyse, 'bu kadar da dalgalılık olmaz' havasında yorumlar yapıyorlar. 2001 krizi öncesinde işlerin yolunda gittiğini söyleyenler arasında kriz çıktığında dahi işi pişkinliğe vurup, 'çıkmaması gerekirdi' diyenler bulunuyordu.
Bu ideolojik propaganda boyutu ne denli vurgulansa azdır. Bütün burjuva ideologları, kendi aralarında ne kadar anlaşmazlık olursa olsun, genel olarak düzenin sömürücü doğasını ve temel çelişkilerini gizleme konusunda ortaktırlar. Hatta aralarındaki anlaşmazlıklar bizzat buna hizmet eden belki de en etkili araçlardandır. Zira bunlar sorunların gerçek temelini örtbas ederek sahte, yüzeysel sebepler ileri sürer ve emekçi kitleleri bu sahte düşüncelere inandırmaya çalışırlar. Sanki hep birtakım kötü adamlar ya da ekonomi politikaları sistemin 'gerçek' kural ve işleyişinin dışına çıkarak oyunu bozmakta, sorunlara sebep olmaktadırlar. Onlar böylelikle düzenin temellerinin sorgulanmasını engellemeye çalışırlar. Marx bunu şu sözlerle ifade ediyordu: 'Minareye kılıf arayanlar felâketlerle patlak veren karşıt etmenlerin doğasını araştıracak yerde, felâketin kendisini yadsımakla ve düzenli ve dönemsel yinelenmeler karşısında da eğer üretim ders kitabına uygun biçimde sürdürülseydi bunalımın patlamayacak olduğunda ısrar etmekle yetindiler.' (Artı-değer Teorileri, c.2, Sol Y., s.481)
Bu propaganda esasen kapitalizmin tarihsel açıdan sınırlı niteliğinin ipuçları ortaya çıkmaya başladığından beri mevcuttur. Marx, burjuva ekonomistlerinin çoğunun başlıca kaygılarının düzenin pisliklerini örterek onu aklamak olduğunu ve bunun da bilimsel bir değer taşımadığını boşuna söylememiştir. Kapitalist çürümenin akıllara durgunluk veren boyutlara ulaştığı günümüzde bu milyon kere daha doğrudur. Elif Çağlı'nın işaret ettiği gibi, 'Marksizmin kanıtladığı üzere iktisat bir bilim dalı olmayıp burjuvazinin ideolojisidir, politik ekonomidir. Marksist iktisat diye bir şey de yoktur. Marx'ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik ekonominin eleştirisidir. Bu politik ekonomide gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil, sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir.' (Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Y., s.35-6)
Bugün tarihsel olarak bunamış bir sistemi olduğundan daha cici gösterme çabası inanılmaz boyutlara varmıştır. Bıraktık bunalımların saptırıcı açıklamalarını, sıradan gündelik ekonomik olguların işlenişi bile Orwell'in 1984'üne rahmet okutacak bir ideolojik manipülasyon alanı haline gelmiştir. Örneğin 'Borsa düştü' demek tabu haline gelmiştir, 'borsa gevşedi' diyeceksiniz. Kapitalistlerin adı artık 'piyasalar' oldu. 'Piyasalar' falanca gelişmeden 'tedirgin oluyor', filanca gelişmeyi 'olumlu karşılıyor', bazen 'temkinli iyimser' oluyor bazen 'gevşiyor' vs. Marx kapitalizmde gerçekte insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin şeyler arası ilişkiler gibi görünmeye başladığına işaret ederek burjuva toplumunu saran binbir türlü yabancılaşmanın temelini göstermişti.
Kapitalizmi aklama ideolojisinin en kadim ve en hacıyatmaz argümanlarından birisi, sistemin çelişkilerinin gözden saklanamaz biçimde açığa serildiği krizlere ilişkindir. İdeologlar her yeni evrede kapitalizmin artık bunalımlardan arındığı palavrasını bıkmadan usanmadan yinelerler. Oysa bugüne kadar, bunalım, yıkım ve felâketlerden azade bir kapitalizm hiç olmadı ve bundan sonra da olmayacak. Bu nesnel bir olgudur ve kapitalizmin çelişkili doğasından kaynaklanmaktadır. Ücretli emeğin sömürüsü ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ile belirlenen üretim ilişkileri temelinde yükselen kapitalizm, sınırsız gelişme potansiyeline sahip üretici güçleri 'ki bu potansiyeli bizzat yaratmıştır' baltalar. İşte bu temel çelişki başka birçok şeyin yanı sıra kapitalizmin bunalımlarının da altında yatan olgudur. Üretici güçlerin sınırsız gelişme eğilimi, bunların üzerine giydirilmiş özel mülkiyet cenderesi nedeniyle, bir yandan kapitalist üretimin biricik amacı ve motoru olan kârın darboğaza girmesine (kâr oranlarının düşme eğilimi dolayısıyla), bir yandan da aşırı üretime, yani satın alınabilecek olandan daha fazla ürüne ve dolayısıyla kullanılmayan kapasiteye yol açar. Satın alınamayan ürün dağları bir yandan emekçi kitlelerin açlık ve sefaletini trajik bir akıldışılık haline getirirken, diğer yandan birçok kapitalisti de iflasa sürükler. Marx sermayenin biricik engeli kendisidir demişti.
Elbette krizlerin mekanizması çok daha uzun açıklamaları gerektiren karmaşık bir konudur, ancak burada bizim için önemli olan, altta yatan temel nedeni vurgulamaktır. Bunu ne denli vurgulasak azdır, çünkü yukarıda değindiğimiz gibi krizler patlak verdiğinde burjuva ideologlar bunları genellikle yüzeysel birtakım nedenlere bağlayarak hedef şaşırtırlar. Yukarıda dalgalı kura ilişkin değişen tutum örneğini vermiştik. Daha ilginç örnekler de var. Hatırlanacak olursa, burjuvazi, 2001 krizini neredeyse cumhurbaşkanının anayasa kitapçığıyla frizbi oynamasına bağlayacak kadar ileri gitmişti. Burjuva ekonomistler, krizin dışavurumlarını ya da görünümlerini krizin gerçek nedenleriymiş gibi sunarlar. Buna göre, krizin temel sebebi bir bakarsınız 'petrol fiyatları' olur, 'seçim harcamaları' olur, 'sıcak para' olur, 'cari açık' olur, 'spekülasyon' olur vs. Gerçek şu ki, krizin sebebi olarak ileri sürülen bu olgular aslında krizin dışavurumlarından başka bir şey değildir.
Ekonomik kriz ve sarsıntılara gebe yeni dönem
Dünya kapitalizmi uzunca bir süredir kelimenin geniş anlamında uzatmalı bir bunalım içinde. Stalinist bürokratik diktatörlüklerin çöküşünden sonra atılan tüm zafer çığlıklarına rağmen kapitalizm yeni gençlik aşısı kazanamamıştır. Vaat edilen refah, zenginlik, barış ve mutluluktan eser yok. Emperyalist kabadayı ABD'nin Ortadoğu'ya paldır küldür saldırması tam da bu derin bunalımın bir dışavurumu aslında. Bu tür emperyalist saldırganlıklar, ekonomik rekabetin her zaman olağan, barışçıl yöntemlerle yürütülemediğinin, zaman zaman da kıran kırana savaşlarla sürdürüldüğünün su götürmez bir itirafıdır.
Kapitalizmin kabaca 70'lerin ortalarından itibaren uzun dönemli bir yavaşlama evresine girdiği zaten biliniyor. Örneğin 1950-1970 arası büyüme oranları (ortalama yıllık yüzde 5) ile 1980-2000 arası büyüme oranları (ortalama yüzde 2,5) karşılaştırıldığında aşağı yukarı yarı yarıya bir düşme olduğu açıkça görülmektedir. Üstelik yarı yarıya düşmüş bu büyüme oranları, bu dönemde burjuvazi açısından elverişli birçok faktör olmasına rağmen zar zor tutturabilmişti. Hatırlanacağı gibi bu dönemde işçi sınıfına karşı bir savaş açılmış ve kazanılmış, ciddi teknolojik atılımlar gerçekleştirilmiş, sermayenin dolaşım hızı dünya ölçeğinde muazzam ölçüde artmış, ve bu arada da SSCB'nin yıkılmasıyla sermayeye yeni engin alanlar açılmıştı.
70'lerin kapitalizm için sıkıntılı günlerin başladığı bir dönüm noktası oluşturduğuna dikkat çeken Elif Çağlı, buna rağmen sistemi sarsacak derinlikte bir krizin nasıl ertelenebildiğine de açıklık getirmektedir: '1971 yılında Bretton Woods sistemi çökmüş ve dolar yerine bir başkası konmadan uluslararası eşdeğer rolünü yitirmiştir. Bu gelişme aslında kapitalist sistemin içine girdiği sıkıntılı dönemin dışavurumudur. Buna rağmen sistemi sarsacak derinlikte bir kriz ileriki yıllara ertelenebilmişse, bunun en önemli nedeni, dünya burjuvazisinin işçi hareketinin zayıflığı yüzünden kazandığı ekstra fırsatlardır. Fakat her ne olursa olsun, son tahlilde kazanılan fırsatların ve zamanın da bir sınırı vardır. Keynesci politikalarla, yüksek kamu harcamalarıyla krizleri ilanihaye erteleyebilmek mümkün değildir.' (age, s.55-6)
Esasen 70'lerin ikinci yarısından itibaren süregelen genel yavaşlama içinde 1990'lar, yukarıda sayılan özel faktörlerden dolayı vaziyeti nispeten kurtaran bir yükseliş sergiliyordu. Ama yine yukarıda dikkat çektiğimiz gibi bu bile daha büyük ölçekli genel eğilimi yansıtan kümülatif tabloyu değiştirmeye yetmemiştir. Nitekim bu faktörlerin başlangıçtaki canlandırıcı etkisi bir ölçüde tüketilince, 2000'lerin başlarından itibaren dünya genelinde bir kriz başladı. Daha sonra 2003'e doğru bir büyüme başlamış gibi görünse de birçok ciddi burjuva ekonomist bile bunun büyük ölçüde spekülatif bir balon olduğunu itiraf etmek ve arkasından ciddi sarsıntıların gelebileceği uyarısını yapmak zorunda kaldı. Geçtiğimiz Mayıs-Haziran döneminde yaşanan çalkantı işte tam da bu balonda küçük bir delik anlamına geliyordu. Sistemin bütünü açısından bakan bazı tuzu kuru burjuva uzmanlar bu tür değişimleri 'düzeltme' diye anıyorlar ve sistemin maruz kaldığı riskin azaltılması açısından kimi durumlarda hayırlı bile görüyorlar. Ancak bu çalkantının 'tehlikeyi savuşturmaya yetmediğini' de belirtmeden edemiyorlar.
2000 yılı dolayında bir dönemeç yaşandığı çeşitli bakımlardan anlaşılıyor. Bu, ekonomik olgu ve eğilimler açısından olduğu kadar, hatta ondan daha fazla, sınıf mücadelesinin seyri açısından da böyle olmuştur. 80'ler ve 90'lar boyunca süregelen uzun yeni evrenin biriktirdiği çelişkiler artık yavaş yavaş açığa çıkmaya başlamışlardır. Küreselleşme karşıtı gösteriler serisinin başlangıcı sayılan ve daha sonrakilerin hepsinden farklı olarak güçlü bir işçi sınıfı damgası taşıyan Seattle eylemleri ve Arjantin ve Ekvador'da devrimci durumlar doğuran halk ayaklanmaları ile başlayan sınıf mücadelesindeki hareketlenme, daha sonra başta Latin Amerika olmak üzere Avrupa'daki hareketliliklerle birlikte kendi iniş çıkışları içinde sürmüştür.
Aslında 90'lar bile yukarıda saydığımız bazı avantajlara rağmen ciddi krizlerden uzak olmamıştır. 1994-95 Meksika odaklı patlayan kriz ve 1997-98 güneydoğu Asya odaklı krizler bunu göstermektedir. Yeri gelmişken Türkiye'nin de bu krizlerden ciddi ölçüde etkilendiğini, ya da daha doğrusu bu krizlerin bir parçası olduğunu hatırlayalım. Aslına bakılacak olursa, 80'lerden itibaren oluşmaya başlayan kapitalist dünya ekonomisinin içine girdiği yeni durumu yansıtırcasına 90'lar ve 2000'ler boyunca hemen her üç-dört yılda bir bu tür krizler görülüyor. Nitekim 1997-98'i de 2000-2001 krizi takip etmiştir. Geçtiğimiz aylarda yaşanan daha küçük çaplı çalkantı da (öncekiler çapında bir kriz denilemese de) kabaca aynı tempoya uyuyor görünmektedir. Bu son çalkantının sona erip ermediği, yani dolayısıyla yeni şokların kapıda olup olmadığı halen burjuva ekonomistleri arasında bile tartışma konusu. Bu da kriz riskinin her an mevcut olduğunu, genel durumun her an kırılabilir hassas dengelere dayandığını göstermektedir.
80'lerden itibaren uygulamaya koyulan krizi erteleyici politikalar ne gibi yönler içeriyordu? Elbette bu konuda söylenebilecek çok şey bulunuyor, ancak biz kendimizi özellikle krizlerle daha doğrudan bağlantılı yönlerle sınırlandıracağız. Elif Çağlı'nın şu satırları aslında o günlerden bu yana kapitalizmin genel durumunu anlamak için temel oluşturmaktadır: 'Ekonomik yükselişin zorlama tedbirlerle uzatılmaya çalışılması, kapitalist hükümetlerin enflasyonist politikalar izleyerek dolaşımdaki kâğıt para miktarını ve borçlanmaları arttırması, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma demektir. Sanayi üretimindeki görece düşüşe rağmen sermaye piyasalarında hızlanan spekülatif hareketler nedeniyle hayali bir sermaye şişkinliği gerçekleşir ve şişirilmiş bu balon eninde sonunda büyük bir patlamaya yazgılıdır. Belirli bir süre boyunca ekonomik canlanmayı sürdürmeye hizmet etmiş olan borçlar, biriken faizleriyle birlikte muazzam yekûnlara ulaştığında, gerek borçlarını ödeyecek olanlar ve gerekse alacaklarını tahsil edemeyenler açısından başlıbaşına bir problem haline gelir. Kapitalist ekonominin tekrar görece bir dengeye kavuşabilmesi için, birikimli krizin sonuçları itibarıyla yaşanması gerekir.' (age, s.56)
Burada çizilen tablo özellikle 90'lardan bu yana artan ölçüde bir gerçekliktir. Para sermaye bu süreçte yeni yeni işlemler (türevler, vadeli kontratlar vs.) geliştirmiş, iletişim teknolojilerindeki yeni gelişmelerin de yardımıyla dolaşım hızını inanılmaz ölçüde arttırmış, böylelikle iyice girift bir hal almıştır. Bunlar genel olarak spekülasyonu çok daha karmaşık ve baş döndürücü hızla oynanan bir oyun haline getirmiş ve hızlı hareketi nedeniyle 'sıcak para' denen olguyu ortaya çıkarmıştır. Trilyonlarca dolarlık devasa fonlar tarihte daha önce hiç görülmemiş bir hızda yerküre üzerinde kazanç sağlayabileceklerini umdukları her deliğe girip çıkarak oradan oraya uçmaktadır. Bu olgu yeni dönemin en çarpıcı olgularından biridir ve dünyanın şu ya da bu bölgesinde patlak veren (ama esasında sistemin bütününden kaynaklanan ve diğer bölgeleri de etkileyen) mali krizlerin tetikleyicisi rolünü oynamaktadır.
Sermayenin dolaşımındaki bu çeşitlenme bir yandan ona büyük bir esneklik kazandırırken diğer yandan kontrol edilmesi daha da güçleşen bir karmaşa yaratmakta, sallantılı bir zemin üzerinde seyreden sistemde ani çöküşleri her an mümkün kılan bir belirsizlik doğurmaktadır. Bu husus birçok burjuva stratejist tarafından dile getirilmekte, hatta olası bir çöküşü önlemeye ya da etkilerini hafifletmeye dönük olarak yapılması gerekenler konusunda dünya ekonomisinin efendilerinin parmaklarını kıpırdatmaya pek niyetlerinin olmadığı da veryansın edilerek tespit edilmektedir. Gemi bir buzdağına doğru giderken herkesin gözü dönmüş bir tamahla kendi küpünü doldurmaya odaklandığı, tam da kriz dönemlerine özgü bir manzara.
Tüm dünyayı bir ağ gibi sarmış olan bu olgu, sistemi iyice hassas hale getirmiştir. Öyle ki ABD Merkez Bankası başkanının kaş göz işaretlerinden bile anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor, buna göre krizler çıkabiliyor, Japonya Merkez Bankasının %0 faizden %0,25 faize çıkması bile dünya ölçeğinde dalgalanmalara yol açıyor vs. Genel görünüm bir yandan küresel bir kumarhaneyi bir yandan da tımarhaneyi andırmakta. Kapitalizmin geldiği nokta budur.
Türkiye gibi ülkelerin durumu
Geçtiğimiz Mayıs-Haziran döneminde Türkiye'yi de vuran çalkantıyı anlamak için Çağlı'nın yukarıdaki sözlerini bir kez daha hatırlayalım: 'Ekonomik yükselişin zorlama tedbirlerle uzatılmaya çalışılması, kapitalist hükümetlerin enflasyonist politikalar izleyerek dolaşımdaki kâğıt para miktarını ve borçlanmaları arttırması, yapay ve şişirilmiş bir ekonomik canlanma demektir.'
Yıllardır ekonomiyi yapay biçimde zorla canlandırabilmek için ucuz kredi maksadıyla belli başlı merkez bankaları faizleri çok düşük tutuyordu, öyle ki ABD'de bu faizler 2003 yılına gelindiğinde 1940'lardan bu yana en düşük seviye olan yüzde 1 seviyesine kadar inmişti. Japonya'da ise zaten yıllardır fiilen yüzde sıfır faizle kredi verilmekteydi. Bu elbette 2002'den bu yana özellikle ABD'de yaşanan büyümeye bir katkıda bulunduysa da bunu büyük ölçüde bir balon haline getirdi ve ortada muazzam bir likidite bolluğu oluştu. Doğal olarak bu para sermayeden nasiplenmek isteyen az ve orta gelişmiş ülkeler de (kod adı 'yükselen piyasalar') yüksek faiz vaat ederek bu fonları çekmeye çalıştı. Bu tür ülkelere 2003-2005 arasını kapsayan üç yıllık dönemde akan paranın miktarı 1998-2000'i kapsayan üç yıl içinde akan paranın iki katına yükselerek 902 milyar doları buldu.
Türkiye de bundan nasiplenerek Kasım 2002 ve Nisan 2006 arası dönemde toplam 92 milyar dolar çekmişti. Mayıs-Haziran çalkantısı öncesi kurun yerlerde sürünmesinin ve borsanın da 44.000 puanlara yükselmesinin sebebi buydu. Borsadaki toplam hisse senedi sahipliğinin yüzde 65'inin yabancı olduğu biliniyor. Aynı merkez bankaları, meydana gelen enflasyonist baskı sonucu son zamanlarda faizleri arttırarak oluşan köpüğü çekmeye yöneldiler. ABD Merkez Bankası faizleri kademeli olarak yüzde 5'ler düzeyine çıkarırken, Japonya da on yıldan uzun süredir yürüttüğü sıfır faizi ilk kez yükseltme sinyalini vermiş ve ardından da yükseltmiştir.
Japonya'nın durumunun özel bir ağırlık taşıdığı anlaşılıyor. Çünkü emeklilik fonları, sigorta fonları ve şahısların yatırımları gibi çeşitli biçimlerde olmak üzere Japonya'nın yurtdışında 2,5 trilyon doları bulunmakta, ki bu miktar diğer ülkelerin yurtdışında bulundurdukları fonların toplam miktarına eşit. Bu fonların çeşitli ülkelerden çekilip Japonya'ya dönmesi halinde ciddi sarsıntılar bekleniyor. Bu geri dönüş kısmen başlamış durumda. Bu kadarı bile Türkiye gibi ülkelerden hızlı çıkışlar yaşanmasına yetti ve kurun yükselmesi ve borsanın düşüşüyle kendini gösteren bildiğimiz çalkantı yaşandı. Bunlara paralel olarak Merkez Bankasının da para kaçmasın ya da geri gelsin diye, uzun süreden sonra düşürmeye başlamış olduğu faizleri hızlı bir şekilde yeniden yükseltmesiyle borsa-döviz-faiz üçgeni tamamlanmış oldu. Bununla da yetinmeyen hükümet, aylar önce almış olduğu, hisse senedi gelirlerinden yüzde 15 stopaj alma kararını öncelikle yabancılar için kaldırdı.
Daha önceki krizlerde olduğuna benzer şekilde bu çalkantının gerçek faturası da burjuvazi tarafından işçi sınıfına çıkarılacaktır. Bunu genel söylem düzeyinde bırakmadan somut bir şekilde ortaya koymak, hem kapitalist işleyişin basit mekanizmalarının bilince çıkarılması bakımından, hem de özellikle kriz ve ekonomi konularındaki milliyetçi, devletçi yaklaşımların işçi sınıfının devrimci mücadelesine yabancı niteliğini sergilemek için zemin oluşturması bakımından yararlı olacaktır.
Örneğin dövizin yükselmesinin işçi sınıfı açısından etkisi nedir? Öncelikle döviz cinsinden borçları ve maliyetleri olan işletmelerdeki işçilerin durumu daha da ağırlaşacaktır. Çünkü dövizin daha önceki ucuzlaması nedeniyle döviz cinsinden borçlanan işletmelerin borcu bu çalkantıyla birlikte bir anda yüzde 30 dolayında artmıştır. Bu döviz kredilerinin 2005 sonu itibariyle 100 milyar doları aştığı ve artış oranının da son beş yılda yüzde 100 civarında olduğu belirtiliyor. Bu yola yönelen şirket sayısının hayli fazla olduğu anlaşılıyor: '2005 yıl sonu itibariyle sektör bilançolarına göre, özel sektördeki şirketlerin toplam nakdi kredilerinin yüzde 76'sı döviz cinsi kredi. İmalat sanayiindeki şirketlerin toplam kredilerinin yüzde 78'i döviz borcundan oluşuyor. Sektörler itibariyle toplam kredileri içinde döviz borcu en yüksek olanlar, yüzde 84.6 ile tekstil, yüzde 83.8 ile ana metal, yüzde 82.2 ile ulaşım araçları sektörleri.' (Güngör Uras) İş bununla sınırlı değil. Dövizin daha önce ucuzlamış olması, ucuz ara malı ithalatını da patlatmıştır. şimdi bu mallar da döviz oranında pahalanmış, dolayısıyla maliyetler de artmıştır. Sonuç olarak borçları ve maliyetleri artan bu yerli burjuvalarımız işçi çıkarmaya, ücret artışlarını kısmaya, hatta ücretleri azaltmaya, çalışma temposunu ve süresini arttırmaya, iki kişinin işini bir kişiye yaptırmaya yönelerek faturayı işçilere çıkarmaktadırlar.
Faizlerin artışı ise öncelikle kapitalistlerin YTL cinsinden kredi bulmasını zorlaştırmıştır. Dolayısıyla döviz cephesindeki kayıpların YTL cephesinden telâfisi kapısı kapalıdır. Bu doğal olarak yatırımları ve büyümeyi düşürerek işsizliği ve diğer sonuçları körükleyecektir. Faizlerin yükselmesinin diğer önemli sonucu vergilere ilişkindir. Yükselttiği faizler nedeniyle borçları ve bütçe açığı riski artan burjuva devlet bunu telâfi etmek için bir yandan yükü esasen işçi ve emekçilerin sırtında olan dolaylı vergileri artırmaya, diğer yandan da başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere sosyal harcamaları kısmaya yönelmektedir. Sağlık alanında 'tasarruf' şimdiden can yakmaya başlamıştır. Diğer taraftan faiz artışı, her türlü faize sirayet etmek durumunda olduğundan, hayli ucuzlamış olduğu ve reklâmlarla gözüne sokulduğu için tüketici kredisi kullanan ve kredi kartı borcu olan işçi ve emekçiler de daha büyük bir borç yüküne maruz kalacaklar.
Faturaya, IMF ağzından söyletilen asgari ücretin düşürülmesi, bölgesel asgari ücrete geçilmesi, kıdem tazminatlarının kaldırılması ve işten çıkarmanın kolaylaştırılması, sağlık harcamalarına sınır getirilmesi taleplerini; yeni Terörle Mücadele Yasasında 'iş ve çalışma özgürlüğünü engelleyici' eylemlerin de terör suçu kapsamına alınmış olmasını ve daha nice maddeyi eklemek mümkün. Ayrıca çalkantı öncesi bol para döneminde yaratılan şişirilmiş talep nedeniyle, yakıcı etkisi yeteri kadar hissedilmeyen aşırı yüksek petrol fiyatlarının sonuçlarının şimdi muhtemelen daha da ağırlaşacağını hesaba katmak gerekiyor. Öte yandan dünya ekonomisindeki genel bozulmanın bir parçası olarak dünya ticaretindeki büyümenin hız kesmesi, ihracata bel bağlayanların da işini zorlaştırmaktadır, ki bu nedenle bu tür işletmelerde de işçiler benzer sonuçlarla karşılaşacaklar demektir, vsâ?¦ Sonuç olarak tablo, işsizlik, yoksulluk, pahalılıkla belirlenen bir yıkım ve sefalet tablosudur.
Örgütlenmekten ve mücadeleden başka çıkış yolu yok
'Sıcak para'nın kaprisleri karşısında bir yandan devletlerin diz çöktüğünü, diğer yandan yerli burjuvazinin belli kesimlerinin içine düştüğü sıkıntıları görerek dehşete düşen milliyetçiler, küresel sermaye hareketleri ve sıcak paranın kapitalizmin gelişiminin kaçınılmaz ürünleri olduğunu kavrayamamakta, bu nedenle kapitalizme değil de sıcak paraya kızmakta ve sıcak parasız 'milli' bir kapitalizm arzulamaktadırlar. Burada işçi sınıfını özellikle ilgilendiren yön, bunlar arasında kendilerini sol ya da sosyalist olarak niteleyenlerin hayli yaygın olmasıdır.
Bunlar soruna işçi sınıfının perspektifinden değil, burjuva ya da küçük-burjuvanın 'ulusal çıkar' perspektifinden bakmaktadırlar. Proleter devrimci yaklaşım işçi sınıfının uğrayacağı yıkıma ve faturayı kapitalistlere çıkarmak için mücadele yollarına odaklanırken, milliyetçilikle malûl bu kafa devletin ve yerli burjuvazinin çıkarlarına odaklanır.
Krizler ve çalkantılar kapitalizmin tahripkâr doğasını açığa vururlar. Bunlar arızî olgular değildirler, sürekli olarak tekrarlanırlar. Bunlardan şu ya da bu 'iktisat siyasetini' uygulayarak kurtulmak söz konusu değildir. Bu tür yaklaşımlar sol kılıklı olsalar bile birer aldatmaca olmaktan öteye gitmezler. Hele hele milliyetçi, devletçi, kalkınmacı, bürokratik planlamacı, otarşi (kendi kendine yetme) eğilimli, üçüncü dünyacı programlar işçi sınıfı için hiçbir surette çıkış yolu değildir. Bunların hepsi işçi sınıfının ücretli kölelik konumunun devamını varsayan özde burjuva programlardır. Burjuva oldukları gibi, birçok halde tarihin tekerini geri çevirmeye çalışan gerici bir nitelik de taşırlar. İşçi sınıfının programı tarihsel gelişmenin mantığına uygun olarak küresel kapitalizmi yıkmayı ve küresel düzeyde sömürüsüz, sınıfsız bir toplum düzeni kurmayı hedefleyen ilerici, devrimci, enternasyonalist bir programdır.
Çalkantı şimdi durulmuş gibi görünse de işçi sınıfı açısından söz konusu ağır fatura ilerleyen aylarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır. Yeni çalkantı ve krizlerin çıkma ihtimali de cabası. İşçi sınıfı için bu dehşetten kurtuluşun tek yolu, bunların kaynağı olan kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Kapitalizm varoldukça krizler ve her türlü yıkımlar da varolmaya, hatta sistem daha da bunadığı için daha şiddetli hal alarak varolmaya devam edeceklerdir. Krizler de onları doğuran kapitalizm de bir kader değildir. İşçi sınıfı kapitalizmi ortadan kaldırmaya muktedirdir, yeter ki örgütlenerek kapitalizmi tarihin çöp tenekesine gönderme hedefiyle devrimci mücadeleye atılsın.
link: Levent Toprak, Ekonomi Tıkırında!, 14 Ağustos 2006, https://fa.marksist.net/node/7208
Liberal Soldan Yurttaşlık Dersleri!
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /6