Libya’dan Afganistan’a, Suriye’den Yemen’e kadar uzanan “Büyük” Ortadoğu, aslında tam da ABD’nin planları doğrultusunda yıllardır kan ve ateşle yoğruluyor. Buna zaman zaman alevlenen Kafkasya cephesini de eklemek gerekiyor. Ukrayna iki süper nükleer gücün hegemonya kavgasının sıcak çatışma alanlarından biridir. Doğu’da Çin Denizinde sular giderek ısınıyor, orada da paylaşım savaşını esasen ABD ve Japon emperyalizmleri körüklüyor. Karşılarına aldıkları Çin emperyalizmi henüz nihai hesaplaşma zamanının gelmediğini ve buna hazır olmadığını düşünüyor, belki de bu yüzden rakipleri sürekli provoke ederek onu “erken” bir savaşın içine çekmek istiyorlar. Ekim ayı başında, bir süredir yatışmış gibi görünen Ortadoğu Savaşı, bu kez İsrail-Filistin çatışması görünümünde tekrar alevlendi. Üstelik ne alevlenme! Başta ABD ve İngiltere olmak üzere NATO ülkelerinin donanmaları Doğu Akdeniz’de adım atacak yer bırakmadılar. Çin de geri kalmayacağını göstererek bölgeye yakın konuşlanacak şekilde bir filoyu harekete geçirdi. Rusya nükleer başlık da taşıyabilen uzun menzilli hipersonik füzeler yüklenmiş savaş uçaklarını kesintisiz devriye attıracak şekilde alarma geçti.
Bu güç yığılmasının sonucu şimdilik Gazze’deki sivil katliamıdır; çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu on bine yakın insan üç hafta içinde katledildi. Bunun yalnızca başlangıç olduğunu, meselenin Gazze’yle ya da işgal altındaki Filistin’le sınırlı olmadığını, tüm bölgeyi ilgilendiren daha büyük ve kapsamlı bir savaş halkasının daha yolunun döşendiğini, en azından bu tehditle büyük güçlerin kozlarını paylaşmakta olduğunu görmek zor değildir. Yürüyen emperyalist savaşın tarafları gerilimi kontrollü şekilde tırmandırıp karşı tarafı geri adım atmaya ya da bir adım daha ileri gitmemeye zorluyorlar. Bunu kızıştırdıkları lokal savaşların yanı sıra bölgesel güç gösterileriyle, yığınaklarla ve büyük tatbikatlarla yapageldiler bugüne dek. Ne kadar daha ileri gideceklerini kestirmek güç olsa bile kesin olan bir gerçek nicedir orta yerde duruyor: Bu savaş zinciri eklenen yeni halkalarla giderek büyüyor, yayılıyor.
Bugün askeri gerilim ve çatışmalar her tırmandığında, emperyalist büyük güçler arasında (ve onların şemsiyesi altındaki bölgesel güçler arasında) devam eden paylaşım kavgasının, önceki iki büyük savaş biçimine bürünüp bürünmeyeceği sorusu soruluyor: Üçüncü Dünya Savaşına mı gidiyoruz? Oysa zaten onun içinden geçiyoruz, o savaş çoktan başlamıştır. Yukarıda sıraladığımız savaşları bütününde ele aldığımızda bunun küresel düzeydeki hegemonya krizinin doğurduğu bir emperyalist dünya savaşı olduğunu görmek çok da zor değildir. Buna rağmen sosyalist hareket içerisinde bile bu gerçeğin çoğunlukla kavranamıyor oluşunun altında yatan temel sorun yöntemseldir. Kendi küçük-burjuva zihniyetlerine uygun şekilde bu emperyalist savaşta taraflardan birine eklemlenmelerinden ötürü politik kaygılarla gerçeği görmezden gelenleri bir kenara bırakalım. Onlarınki bilinçli bir tercihtir. Diğerlerinde ise sorun, şablonlara endekslenmiş, hazır kalıplarla düşünme alışkanlığının son derece yaygın ve güçlü oluşudur. Dünya savaşı için illaki emperyalist büyük güçlerin daha önce olduğu gibi cephelerde doğrudan karşı karşıya gelerek kozlarını paylaşmaları gerektiği düşüncesi doğru değildir. Çünkü, “emperyalist savaşlar askeri teknik, donanım, alan ve yöntem bakımından birbirlerini basitçe tekrar etmezler. Kapitalist süreç içinde bu açılardan pek çok şey değişmektedir. (…) Tarihin bu son kesitinde zincirleme biçimde yaşanmakta olan emperyalist savaşlar, yeni tipten bir «Dünya» savaşının parçalarıdırlar.”[1] Bu tespiti nice zaman önce yapan Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, önemli olan savaşların kapsamı, içeriği, hedefleri ve amaçlarıdır. Bugünkü savaş da tıpkı daha önceki iki dünya savaşı gibi emperyalistlerin küresel yağma ve gasp politikasının devamı ve aracıdır. Emperyalist dünya savaşlarının amacı, büyük güçlerin birbirlerini yok etmeleri değil hegemonik gücün belirlenmesi ya da tescil edilmesi, emperyalist güçlerin pazarları ve hammadde kaynaklarını kendi güçleri ölçüsünde, nüfuz alanları temelinde yeniden paylaşmalarıdır. Dünya savaşlarının kapsamındaki güçlerin başında emperyalist büyük güçler gelir, bölgesel ve yerel kapitalist güçler de onlara eklemlenerek yağmadan pay kapmaya çabalarlar. Hedef şu ya da bu bölgeyle sınırlı bir yeniden paylaşım değil, bozulmuş ya da sarsılmış olan küresel hegemonyanın güç dengeleri temelinde yeniden tesis edilmesi, kimin küresel emperyalist sistemin tepesindeki hegemon güç olacağının kesinleştirilmesidir. Mevcut koşullarda savaşın hangi yöntem ve biçimler altında yürütüldüğünü bir tarafa bırakıp, bu hususlarla bakıldığında, savaşın içeriği de niteliği de netleşmiş olacaktır.
Bu gerçek kavranmadığı ve yürüyen savaş gerçek adı ve niteliğiyle ele alınmadığı sürece, hem bir bütün olarak emperyalist savaşa hem de onun tek tek halkalarına karşı doğru ve tutarlı bir tutum almak da mümkün değildir. Gerek Ukrayna savaşında gerekse de Ortadoğu savaşının kimi alt cephelerindeki savaşlarda hem Türkiye’deki hem de dünyadaki sosyalist çevrelerin bir kısmı utanç verici tutumlar sergileyebilmekteler. Kimisi Rusya’nın emperyalist olmadığı iddiasından hareketle Ukrayna’daki savaşın emperyalist niteliğini reddedip Rusya’yı desteklerken, diğer uçtakiler de Rusya’nın saldırganlığını öne çıkartarak Ukrayna’nın burjuva güçlerinin (ve dolayısıyla aslında arkalarındaki NATO’cu emperyalist güçlerin) yanında saf tutmak gerektiğini savunabilmektedirler. Aynı olgu Suriye savaşında da geçerlidir, Yemen savaşında da, Libya savaşında da, Kafkasya’daki savaşta da. Yeniden alabildiğine körüklenen Filistin savaşında da aynı yanlış ve eksik tutumları görmek mümkündür. Bu savaşı İsrail ile Filistin arasında gerçekleşen ve Filistin ulusal sorunuyla sınırlı bir savaş olarak görenlerin sayısı hiç de az değildir. Yani topluca bakıldığında ortadaki manzara şudur: Marksizmin savaş sorunu üzerine yüz elli yılı aşkın birikmiş deneyim ve yaklaşımları ayaklar altındadır!
Bu yanlış kavrayışlar, yalnızca savaşın niteliği, kapsamı ve doğasıyla ilgili bir sorun da değildir üstelik. Savaşların kaynağına, savaşın kapitalist ekonomiyle ilişkisine ve dolayısıyla savaşa karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğine kadar çeşitli sorunlu başlıklar mevcuttur. Ve üstelik alabildiğine pespaye liberal görüşler akademisyenler tarafından o denli ısrarla savunulmaktadır ki, bu yanlış yaklaşımlar sosyalist hareketin bir kesimini dahi ciddi ölçüde etkileyebilmektedir. Örneğin, savaşları sistemin doğasıyla bağı içerisinde değil de, faşist ya da aklını kaçırmış liderlerin tercihleriyle açıklamak çok revaçtadır. Bugün Ukrayna’daki savaşı Putin’in kişisel özellikleriyle açıklamak ya da İsrail’in Gazze’de giriştiği katliamı Netanyahu’nun faşistliğine indirgemek, dün Irak’ın yerle bir edilişini Bush’un aptallığıyla bağlantılandırmak gibi. Bu tür yaklaşımların temel sorunu sözkonusu kişilerin değişmesi ve iktidardan uzaklaştırılmasıyla savaşların sona ereceği yanılsaması yaratmasıdır. Üstelik bu sonuç gayet de bilinçli olarak propaganda edilir. Böylelikle savaş karşıtı tepkiler sistem içerisinde tutulur ve ümitler en yakındaki seçime endekslenir. Ama gerçekte savaşların gidişatında ciddi bir değişiklik olmaz. İşin ilginci, ABD emperyalizmi somutunda, her zaman, nefret odağı olan Cumhuriyetçi başkanların dönemi, Demokratların dönemine kıyasla daha az savaşla geçmiştir. Son örnek de çırılçıplak ortadadır. Faşist, ırkçı, kadın düşmanı, homofobik, göçmen karşıtı, militarist vb. Trump iktidardan düşürülmüştür ama yerine gelen Demokrat Partili Biden, Ukrayna’yı ve Ortadoğu’yu ateşe atmıştır!
Kapitalist savaşlar akıl ve sağduyusunu yitirmiş sapkın ve kan düşkünü politikacıların aldığı kararlardan değil, sistemin doğal işleyişinden kaynaklanır. Burjuva politikacılar, asker ve sivil üst bürokratlar, işler belli bir noktaya geldiğinde, kendi gönüllerinden geçen savaş olmasa bile o yola girmek zorunda kalırlar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan birçok örnek bunu doğrular. Kapitalizmin nesnel hareket yasalarının güdülediği olayların akışı, giderek savaşı bir zorunluluk haline getirir. Zorunlulukların birikip patlama noktasına geldiği anda tesadüfi gözüken bir olay barut fıçısını tutuşturacak bir kıvılcım görevini görür. Lenin, kapitalizm ile savaş arasındaki bağı şu sözlerle vurguluyordu: “Savaş tesadüfi bir olay da değildir, (yurtseverlik, insanlık ve barış vaazı veren oportünistlerden geri kalmayan) Hıristiyan papazların düşündüğü anlamda «günah» da değildir. Savaş kapitalizmin kaçınılmaz bir aşamasıdır, kapitalist yaşam tarzının barış kadar meşru bir biçimidir.”[2] Üstelik savaşı yorumlarken burjuva siyasetçilerinin akıl ve sağduyu eksikliğini bolca sergileyen yorumlar, iş nükleer savaşa gelince ilk söylediklerini hemen unutuveriyorlar. Yeni bir dünya savaşının nükleer silahların varlığı nedeniyle göze alınamayacağını, aklın ve sağduyunun eninde sonunda galip geleceğini ileri sürüyorlar. Bundan daha naif bir tez olamaz. Kapitalizmi akıl ve sağduyuya dayanan bir sistem olarak resmetmek bönlüktür.
Savaşın sona ermesine dair bolca işlenen yalanlardan biri de savaşların maliyetinin doğurduğu yük nedeniyle egemenlerin savaşı sonlandırma eğilimine girecekleri yönündeki saçmalıktır. Hele de silah sanayileri gelişmiş ileri ülkeler açısından bu koskoca bir yalandır. “Askeri harcama ve askeri yatırımların diğer harcama ve yatırım kalemlerinden farklı olarak kapitalizme yük oluşturacağı görüşü, olsa olsa, kapitalist ekonominin özelliklerini bilmemek ya da bilmezden gelmek demektir. Oysa devrimci Marksizmin öteden beri aydınlattığı üzere, askeri harcamaların yükseltilmesi ve savaşların yaygınlaştırılması kapitalizmin büyük kriz dönemlerine eşlik eden gerçeklerdir. (…) Askeri harcamalar, üzerinde durduğumuz yanlış görüşlerin tam tersine kapitalist çıkarlar açısından bakıldığında, ekonomiye olumsuz bir yük teşkil etmek bir yana ekonomik işleyişi hızlandırıcı ve durgunluktan çıkarıcı bir çarpan hizmeti görürler. Bu nedenle, günümüz benzeri kritik dönemlerde kamuoyunu aldatmak için dışarıya ve basına hangi tür haber sızdırılırsa sızdırılsın, finans kapital zirvelerinde kapalı kapılar ardında savaşların nasıl sona erdirileceği ya da askeri harcamaların nasıl kısılacağı gibi konular değil, tam tersi konular tartışılıp karara bağlanır.”[3]
Askeri harcamaları, iktisadi krizlerin ve hatta enflasyon olgusunun temel nedeni olarak ele alan sözde Marksist yorumlar hayli fazladır. Bu söylemler halkın çektiği yoksulluğun nedeni olarak savaşı öne çıkartıp anti-militarist bir duyarlılık oluşturmayı hedeflese de, getirisinden çok zararı vardır. Bunlar öncelikle, krizlerin kaynağının kapitalist işleyiş olduğu gerçeğini ve savaşın krizleri doğurmayıp aslında krizlerden doğduğu gerçeğini gizlemiş olur. Dahası, hele de devletçi ve milliyetçi refleksler çok güçlü ise, bu söylem, “savaşın doğurduğu iktisadi zorluklara vatan için katlanmak” demagojisine de zemin hazırlar. Türkiye’de yıllardır yaşadığımız da bu değil midir?
Bu minvalde barış için AB gibi emperyalist birlikleri ya da BM gibi emperyalistlerin yönetimindeki uluslararası kurumları öne çıkartan liberal solcular da, emekçileri kandırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. O “barışın kalesi ve sembolü” AB değil midir Ukrayna’yı ateşe atmakta ABD ile işbirliği yapan ve bugün de İsrail’e koşulsuz arka çıkarak katliamlara göz yuman? BM’nin Genel Kurulundaki iki yüze yakın ülkenin iradesinin bir hiç olduğu, gerçek kararları büyük emperyalist güçlerin verdiği, onlardan da barış beklemenin halkı aldatmak demek olduğu açık değil midir? Güya bu kurumlarla birlikte küreselleşme olgusu dünyaya barış getirecekti; gerçeklik, dünya halklarının emperyalist savaş cehennemlerinde kırılmasıdır.
Ekim Devriminin gösterdiği yol
Aslında burjuva kurumlara bel bağlayan bu tür pasifist tutumlar hiç de yeni değildir. Ekim Devrimine giden süreçte proleter devrim hedefine bağlı kılınan bir barış talebini yükseltmiş olan Lenin önderliğindeki Bolşevikler, pasifist lafebeliklerine en küçük bir taviz vermemeyi ilke edinmişlerdi. Nitekim Bolşevikler Komünist Enternasyonal’i inşa ettiklerinde ona katılmanın 21 koşulundan biri olarak şu şartı getirmişlerdi: “Komünist Enternasyonal’e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür: Kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne silahlanmanın kısıtlanması hakkındaki gevezeliklerin ne de Milletler Cemiyeti’nin «demokratik» tarzda yeniden örgütlenmesinin insanlığı yeni emperyalist savaşlardan kurtaramayacağını işçilere sistematik olarak göstermek zorundadır.”[4]
Emperyalist savaş ne burjuvazinin merhametine ve vicdanına seslenerek sona erdirilebilir ne de sıradan barışçıl gösterilerle burjuvazi savaştan caydırılabilir. Şöyle diyordu Lenin: “Biz anarşist değiliz. Savaşın, basit bir «reddetme» ile, bireylerin grupların ya da gelişigüzel «kalabalıkların» reddetmesi ile sona erdirilebileceğine inanmıyoruz. Biz savaşın, birkaç ülkede devrimle, yani devlet iktidarının, kapitalistlerce ya da küçük mülk sahiplerince değil (çünkü bunlar daima kapitalistlere yarı-bağımlıdırlar), yeni bir sınıf tarafından, proletarya ve yarı-proletarya tarafından ele geçirilmesi ile sona erdirilmesinden yanayız.”[5] Bugün de savaş karşıtı gösteriler tüm dünyada yükseliyor ve bu kuşkusuz önemlidir ama yetmez. Silah sanayiini durduracak grevler, silahların ve askeri birliklerin nakliyesini engelleyecek liman ve demiryolu grevleri çok etkili proleter mücadele yöntemleridir. Bunların birleşerek bir genel greve ve onun da iktidarı devirecek bir seferberliğe dönüşmesi hiç de gerçekleşmeyecek bir hayal değildir. Tarihte bunun örnekleri mevcuttur.
Ama tekrar vurgulayalım, emperyalist savaşlara son vermenin tek yolu burjuvazinin iktidardan alaşağı edilmesidir. Burjuva düzene son verme amacına yönelmeyen savaş karşıtı gösteriler ve mitingler, dünyayı ateşlere sürükleyen emperyalist paylaşım savaşını durduramaz. Oysa işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün ve mücadelesinin ilerletilmesine hizmet eden işçi eylemleri savaşlara son verecek olan devrimin yolunu döşer. Örneğin Birinci Dünya Savaşını sona erdiren ne pasifist gösterilerdi ne de taraflardan birinin açık yenilgisi. Savaşı durduran 1917 Ekim Devrimiydi. Devrim ve onun yayılmasından duyulan korku, Avrupalı burjuvaları kendi aralarındaki hesaplaşmayı ertelemek zorunda bırakmıştı. Savaş boyunca yaşadığı tıkanıklıklara ve geri çekilmelere rağmen neredeyse hiçbir cephede savaş kaybetmeyen Almanya, Ekim Devriminin yarattığı dalgaların da güçlendirici etkisiyle 1918’de devrimin eşiğine gelmişti. Askeri bir yenilgiden değil, devrim tehdidinden çekinen Almanya savaştan yenik çıkmayı kabul etti, hem de son derece ağır koşullar altında. Aynı korku Almanya’nın düşmanlarında da vardı, onun üzerine gidip tam bir yenilgiye uğratmaktan çekindiler, çünkü Almanya’da zafere ulaşacak bir devrim tüm Avrupa’da, bir başka deyişle o günün koşullarında tüm dünyada devrim anlamına gelecekti.
1917 Ekim Devrimi, işçi sınıfının ve ezilen halkların çıkarları doğrultusunda emperyalist savaşa son vermenin yegâne yoluna ışık tutuyor. Lenin, Birinci Dünya Savaşının ilk günlerinde, kapitalist devletler arasındaki savaşlarda yurtseverliği, “anavatan savunusu”nu ve benzeri burjuva politikaları kesinkes reddederek tutulması gereken enternasyonalist ve devrimci yolu göstermişti. Bu tür emperyalist savaşların yarattığı sarsıntıdan “kapitalizmin yıkılışını hızlandırmak” için yararlanmak gerekiyordu. Sosyalistlerin görevi “öncelikle bizzat «kendi» burjuvazisinin şovenizmine karşı mücadele etmek” ve onu devirmeye çalışmaktı.
Lenin ve Bolşevikler, I. Dünya Savaşı öncesinde silahsızlanma türünden barışçıl sloganları, yaklaşmakta olan savaş bu pasifist tutumlarla engellenemeyeceğinden haklı olarak eleştirdiler. Barış, pasifist sloganlarla ya da kapitalizm çerçevesinde hiçbir zaman gerçekleştirilemeyecek bir silahsızlanma programıyla değil, ancak işçi sınıfının uluslararası devrimci eylemliliğiyle sağlanabilirdi. Savaşsız bir kapitalizm söz konusu olamazdı. Ama savaşın yarattığı cehennem bir gerçeklik haline geldiğinde ve bu durumda emekçiler kendi ülkelerindeki egemenlerin savaş kışkırtıcılığına rağmen barış talebini yükseltip, silahlarını mevcut düzene doğrulttuklarında, işte o zaman barış talebi muazzam bir devrimci kaldıraç haline gelebilirdi ve gelmişti de. Bolşevikler savaş döneminde barış sloganına karşı çıkmadılar, ona devrimci bir içerik kattılar, onu devrimci bir programla besleyip işçilerin iktidarı hedefine bağladılar.
Savaşsız bir kapitalizm düşünülemez. İşçi sınıfı emperyalist savaşların kurbanı olmak istemiyorsa yalnızca emperyalist savaşları başlatan, körükleyen, destekleyen, sevk ve idare eden burjuva hükümetlere değil, bir bütün olarak kapitalist sisteme son vermek zorundadır. Marksistlerin savaş karşısındaki programı, işçi sınıfına silahlardan arınmasını ve barış güvercinleri uçurmasını değil, o silahları gerçek düşmanına yöneltmesini söyleyerek şu çağrıda bulunur: Sınıf kardeşlerini boğazlamayı reddet, gerçek düşmanın içeridedir, kendi burjuvazindir!
[1] Elif Çağlı, Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler, 1 Ekim 2008, marksist.net/node/1884
[2] Lenin, Sosyalist Enternasyonal’in Konumu ve Görevleri, 1 Kasım 1914, marksist.net/node/1628
[4] Lenin, “Komintern’e Katılmanın 21 Koşulu”, III. Enternasyonal-Belgeler, Belge Yay., s.31 [düzeltilmiş çeviri]
[5] Lenin, “Kardeşleşmenin Anlamı”, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 1976, s.125
link: Oktay Baran, Emperyalist Savaş Büyüyor, Ekim Devrimi Çıkış Yolunu Gösteriyor, 7 Kasım 2023, https://fa.marksist.net/node/8110
Kişisel Gelişim Endüstrisinin Safsataları
Rejim Yargısı Keyfi Zorbalıkta Sınır Tanımıyor