Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) 2022 yılı tüberküloz (verem) raporuna göre, son 20 yıldır ilk kez 2021’den itibaren tüberküloz vakalarında artış görülmeye başlanmış durumda. Vaka sayısı 2020-2021 yılları arasında %3,6 oranında artarak son 20 yılın çoğunda yaşanan yıllık %2’lik düşüş trendini tersine çevirdi. 2018-2021 yılları arasında 26,3 milyon kişi tüberküloz tedavisi gördü. Benzer şekilde tedavisi aslında pek de zor olmayan bu hastalık nedeniyle görülen ölüm sayısında da ciddi bir artış yaşandı ve 2021’de 1,6 milyon kişi tüberkülozdan hayatını kaybetti. Bu artış o kadar yüksek ki DSÖ raporunda “en ölümcül bulaşıcı hastalık” etkeni olarak tüberkülozun Covid-19’un yerini almaya başladığı söyleniyor.
Peki, tedavisi uzun zaman önce bulunmuş ve bir dönem neredeyse tamamen ortadan kalkmaya yüz tutmuş, önlenebilir bir hastalık yüzünden neden her gün 4400 kişi (dakikada 3 kişi) hayatını kaybetmektedir? Neden dünyada ve Türkiye’de bu hastalık tekrar yükselişe geçmiştir? Birleşmiş Milletlere bağlı Tüberkülozu (TB) Durdurma Ortaklık Kurulu başkanının yaptığı açıklamalara kulak verelim: “Tamamen ihmal edilen ve son iki yılda yaygınlaşmasına izin verilen hava kaynaklı bir hastalık (TB) konusunda çok tehlikeli bir durumun olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Bulaşmalar arttı ve enfeksiyonlar daha uzun süre teşhis edilmeden ve tedavi edilmeden bırakıldı, bu da hastalığın ileri formlarına dönüşmesine ve nihayetinde daha yüksek ölüm oranlarına yol açtı. DSÖ raporu bunu net olarak özetliyor. (…) TB ölüm ve enfeksiyon oranlarındaki bu şok edici artış eğilimine rağmen, TB ile mücadele için ayrılan fon zaten 2020 ve 2021’de acıklı bir şekilde düşük olan seviyesinden daha da aşağıya düştü. Bu sinir bozucu bir durum ve TB için neden bu kadar yatırım eksikliği olduğunu merak etmeme yol açıyor. Hükümetler kendi insanlarını umursamadıkları için mi? Tüberkülozdan ölen bir kişinin hayatı daha az önemli olduğu için mi, yoksa tüberküloz daha çok yoksul ülkelerdeki yoksul insanları etkilediği ve onları basitçe ihmal etmek daha rahat olduğu için mi?”[1]
Bu açıklama, sorduğumuz soruların cevaplarını özet bir şekilde içeriyor aslında. Elbette birinci sebep, tüberküloza yakalanan ve bu hastalıktan ölenlerin ezici çoğunluğunun yoksul ülkelerde yaşayan ve/veya genel olarak dünya nüfusunun yoksul kesimlerini oluşturan insanlardan oluşmasıdır. Hem hastalığın yayılmasının hem de burjuva devletlerinbu görece basit hastalığın önlenmesine ve tedavisine yeterli bütçe ayırmamalarının sebebi burada yatmaktadır. Dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun artan yoksulluğu önlenmedikçe hastalığın yayılması ve etkisini arttırması hızlanmakta, halk sağlığına yeterli bütçe ayrılmadıkça bu artış daha da ivmelenmekte ve giderek ölümcül bir hal almaktadır. Birbirini besleyerek büyüten faktörlerdir bunlar.
Raporunda, tüberkülozun bu denli sıçramalı bir şekilde artmasına ve ölümcül bir hal almasına dikkat çeken DSÖ, temel faktör olaraksa dünya genelinde son yıllarda yaşanan Covid-19 salgınını ve kaynakların çoğunun bu salgına ayrılmasından ötürü tüberküloz ile yeterince mücadele edilmemesini görüyor. Oysa bu en derinde yatan neden değildir. Covid-19 salgınından etkilenen insanların tüberküloza karşı daha dayanıksız hale geldikleri doğrudur, fakat Covid-19 salgınının bu denli etkili olabilmesinin sebebi de yine kapitalizmin yarattığı koşullardır. Örneğin DSÖ verilerine göre, Covid-19 salgını tüberküloz tedavisine dirençli hasta sayısını arttırarak tedaviyi zorlaştırmıştır ve bu açıdan en sorunlu ülkeler Bangladeş, Hindistan, Endonezya ve Tayland gibi ülkelerdir. Bu örnek bile sorunun temelinde kapitalizmin yarattığı olumsuz koşulların bulunduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca Covid-19 salgını gerçekte dünya çapında halk sağlığına ne denli az kaynak ayrıldığını da ortaya çıkarmıştır. Yani sorunun başlıca sebeplerinden biri, kaynakların çoğunun Covid-19’a ayrılması değil, genel olarak halk sağlığına çok az kaynak ayrılıyor olmasıdır.
Bu tabloya ek olarak, pandemi döneminde zaten yetersiz olan sağlık hizmetlerinin hepten kesintiye uğraması da sorunun büyümesinde önemli bir faktör olmuştur. DSÖ raporu, istemeden de olsa bu gerçeği açık etmektedir. Daha önceki bir yazımızda bu hususa dair net verilere yer vermiştik: “Pandemi süresince temel sağlık hizmetlerinin devamlılığı hakkında yayınlanan raporda 10 ülkeden 9’unda temel sağlık hizmetlerinde önemli kesintiler yaşandığı kaydedildi. Raporda aile planlamasının %68, rutin aşılama hizmetlerinin %70, kanser tanı ve tedavisinin %55, HIV tedavisinin %32, sıtma tanı ve tedavisinin %46, tüberküloz tanı ve tedavisinin %42, bulaşıcı olmayan hastalıkların teşhis ve tedavisinin %69 oranında verilemediği yer alıyor.”[2]
Günümüz koşullarında, yani tıbbi teknolojinin, ilaçların ve diğer teknolojik gelişmelerin geldiği bu noktada, tüberkülozun çoktan tarihe karışmış olması beklenirdi. Ancak durum tam tersidir. Çok eskilere dayanan bu hastalık, geçmiş yüzyıllarda çok büyük sayılarda ölümlere neden olmuştu. Nihayet 1882’de Alman doktor ve bakteriyolog Robert Koch tüberküloza neden olan mikrobu bulmuş ve takip eden yıllarda, röntgen ışınlarıyla görüntülemenin mümkün hale gelmesi ve 1920’lerde verem aşısının (BCG aşısı), 1944’te ise hastalığı tedavi edebilen ilacın bulunmasıyla dünya çapında “veremle savaş” seferberliği başlamıştı. 1970’li yılların sonlarına doğru da tüberküloz tüm dünyada çok ciddi oranda azalmıştı. Fakat çeşitli ilaçların ve araçların gelişmesiyle birlikte tanısı kolay ve tedavi edilebilen bir hastalık halini almasına rağmen son yıllarda tekrar yükselişe geçmiştir.
Açıkça belirtmek gerekir ki, nedeni ve çözümü bilinen bir hastalığın bu kadar yaygınlaşması kapitalizme özgü bir sorundur. Çünkü tüberküloz hep yoksulları bulur, yoksulluk hastalığıdır. Mutlak yoksulluk tüm dünyada hızlı şekilde artmaktadır. Dünya nüfusunun önemli bir kesimi yoksulluk sınırının altındaki koşullarda yaşamaya mahkûm edilmiş durumdadır. Milyarlarca insan yeterli ve sağlıklı beslenememekte, sağlıksız koşullarda barınmakta, kalabalık ve altyapının yetersiz olduğu kentlerde/yerlerde yaşamak zorunda kalmakta, sağlık hizmetlerinden neredeyse hiç yararlanamamaktadır. Ayrıca dünyanın hemen her ülkesinde işçi ve emekçiler sağlıksız koşullarda ve aşırı sürelerde çalışmakta, halk sağlığına giderek daha az bütçeler ayrılması nedeniyle en başta koruyucu sağlık hizmetleri, ardından da tedavi hizmetleri kesintiye uğramaktadır.
Bu faktörlere savaşların ve kapitalizmin yol açtığı diğer sorunların yarattığı kitlesel göçleri de eklemek gerekir. Yüz milyonlarca insan yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmakta, hemen her şeyini kaybederek gittiği yerlerde son derece kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmaktadır. Örneğin Türkiye’de, göğüs hastalıkları uzmanlarının ve verem savaş dispanserlerinin açıklamalarında, tüberkülozun yoğunlukla görüldüğü kişilerin göçmenler olduğu ifade edilmektedir. Daracık evlerde iki veya üç aile aynı yerde yaşamak zorunda kalan, çoğunlukla merdiven altı tabir edilen atölyelerde ve asgari ücretin bile altındaki ücretlerde çalışan, kendilerine yapılan her türlü kötü muameleye boyun eğen, hiçbir sağlık hizmetinden doğru dürüst yararlanamayan, göç koşullarından dolayı pek çok salgın hastalığa maruz kalan bu insanların ne bağışıklık sisteminin iyi durumda olmasından ne de tüberküloz gibi hastalıklardan korunmasından bahsedilebilir.
Kapitalizmin küresel ölçekte krizler yarattığı bu çağda, ekolojik krizleri yani doğanın muazzam ölçülerde tahrip edilmesinin ve güya doğal felâketlerin yarattığı sonuçları da unutmamak gerekir. İklim değişikliği ve buna bağlı sebepler yüzünden meydana gelen seller, kuraklıklar, kıtlıklar ve türlü felâketlerin yanı sıra, depremler gibi kendisi önlenemez olsa da yarattığı yıkımlar pekâlâ önlenebilir olan doğa olaylarının sebep olduğu durumlar da artık on milyonlarca insanı etkilemekte, zaten pek iyi olmayan yaşam koşullarını daha da beter hale getirmekte, temiz su ve gıda kaynaklarını yok etmekte, yaşam alanlarını tarumar etmekte ve sonuçta da tüberküloz ve benzeri pek çok salgın hastalığın da yeniden hortlamasına yol açmaktadır. Ve işte tüm bunların sonucu olarak da bulaşıcı bir hastalık olan tüberküloz kolayca ve kitlesel ölçekte yayılabilmekte, sonuçta da giderek artan sayıda insan bu hastalığa yakalanmakta ve hayatını kaybetmektedir.
Türkiye’de de tablo çok farklı değildir. 50’li yıllardan itibaren “veremle savaş” adı altında ciddi çalışmalar yapılmış, yaygın aşılama ve etkin tedavi sayesinde hastalık vakaları ve bulaş oranlarında çok ciddi düşüşler elde edilmiştir. Buna karşın, son birkaç yıllık dönemde Türkiye’de vaka sayısında gözle görülür bir artış yaşanmaya başlamıştır.
Türkiye’de tüberküloz hastalığının tanı ve tedavisi verem savaş derneklerinde ücretsiz olarak yapılmaktadır. Tüberküloz hastalarının verileri verem savaş dernekleri tarafından toplanıyor, Sağlık Bakanlığı tarafından analiz edilerek DSÖ’ye raporlanıyor. Ancak veriler hiç de gerçekleri yansıtmamaktadır. Tüberkülozun Türkiye’deki verilerine baktığımızda 2020’de beklenenden fazla düşerek azalma olduğu söyleniyor. Oysa İstanbul Verem Savaş Derneği pandemi dönemindeki düşüşün beklenenden fazla göründüğünü, ama bunun gerçek bir azalma olmadığını, pandemiye bağlı nedenlerle hasta başvurusunun azalması ve tanı faaliyetlerinin aksamasından kaynaklandığını söylüyor. Kesinleşmeyen 2021 tüberküloz vakası verilerine bakıldığında artış olduğunu ve bu değerlendirmeyi haklı çıkardığını ifade ediyor. Türkiye Ulusal Verem Savaşı Dernekleri Federasyonu Başkanı Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan, “Tüberkülozlu hastaların hem şikâyetleri hem de bazen radyolojik görüntüleri deneyimli olmayan sağlık çalışanları tarafından Covid olarak yorumlanabilir. Bu durum hastaların tanı ve tedavisini geciktirmekte, yattığı hastanede veya evinde bulaştırıcı olmaya devam etmesine yol açmaktadır” demektedir.
Uzmanlar, hastaların verem konusunda doktora geç başvurmasının, geç tanı konulmasının veya konunun uzmanı olmayan hekimlere başvurmasının tedaviyi geciktiren faktörler olduğunu ifade etmektedirler. Oysa düzenli taramalar yapılsa ve önleyici tedaviler uygulansa zaten geç kalınmaz ve tedavisi kolay olan bir hastalık bu kadar yıkıcı hale gelmezdi. Koruyucu sağlık hizmetinin temel alındığı bir sağlık sisteminin olmaması, sağlığa ayrılan bütçenin yıllar içinde azaltılması, sorunu alabildiğine büyütmüştür. İktidar sağlıkta dönüşüm dedikçe sağlık hizmetinin kalitesi düşmüştür. Hastalar ayları bulan randevu alma sürecinden sonra hastaneye gittiklerinde dertlerine çare bulamıyorlar. Nitelikli sağlık hizmeti alamıyorlar, sağlık emekçileri ağır ve yıpratıcı koşullarda çalıştıkları için onlar da nitelikli hizmet veremiyorlar. Bu durumda çoğunlukla olan yine hastalara ve çalışanlara oluyor. Sağlık hizmetini bir hak olarak değil de kâr alanı olarak gören kapitalizmde hastaneler şirket, hastalarsa müşteriye dönüşmüş durumdalar. Bu da tüberküloz gibi neredeyse ortadan kaldırılmış hastalıkların dahi tekrar yaygınlaşmasına yol açmaktadır.
DSÖ raporunun gösterdiği önemli hususlardan birisi de, tablo bu kadar açık ve ağır olmasına rağmen, burjuvazinin hizmetindeki iktidarların bu konuda neredeyse hiçbir şey yapmamalarıdır. 193 devletin üye olduğu Birleşmiş Milletler (BM) güya küresel sorunlarla mücadele için yıllardır dünya liderlerini bir araya getirip toplantılar yapmaktadır. 2023 Eylülünde yapılan genel kurulda tüberküloz konusu da gündem edilmiş ve tüberkülozu küresel ölçekte 2030 yılına kadar bitirme taahhüdü verilmiştir. Ama bunlar boş ve süslü laflardan ibaret taahhütlerdir. Zirvelerde her zaman büyük büyük laflar edilir, taahhütler verilir ancak ne verilen sözler ne imza altına alınan taahhütler yerine getirilir. Örneğin DSÖ, 2022 yılında verem teşhis, tedavi ve önleme çalışmaları için 13 milyar dolar harcanmasını öngörmüş ama ancak bu rakamın yarısı olan 6,5 milyar dolar harcanmıştır. Aynı şeyin 2023 Eylülünde yapılan toplantıda alınan kararlar için de geçerli olacağı açıktır. Aslında tüm kurumların söylediği, bu alana daha fazla yatırımın yapılması gerektiğidir ama yapılmadığı ve kapitalizm altında yapılmayacağı da gün gibi ortadadır. 2024 yılı için tüm dünyada askeri harcamalara yani savaşa ayrılan bütçelerin miktarları dudak uçuklatmasına rağmen insan sağlığı söz konusu olduğunda bu bütçeler komik denecek meblağlar tutmaktadır.
Kapitalizm kâr odaklı bir sistem olduğu için insan hayatının hiçbir önemi bulunmuyor, halk sağlığına yeterli bütçeler ayrılmıyor. Mutlak yoksulluk artarak devam ediyor. Tüm bu sorunların kaynağında kapitalizmin kendisi vardır. Kapitalizm her türlü felâketi yaratıyor, hastalıklara davetiye çıkarıyor, yeni hastalıkları üretip yaygınlaştırıyor. Sağlık sisteminin geldiği bu noktada kapitalizmin yarattığı koşullar sadece vücut sağlığımızı değil akıl sağlığımızı da tehdit eder hale gelmiştir. Tüm dünyada krizin derinleştirdiği yoksullukla birlikte işçi sınıfının yaşam ve çalışma şartlarının kötüleşmesi, göçmenlerin içinde bulundukları sefalet tablosu da gösteriyor ki tek kurtuluş yolu hastalık üreten kapitalizmi ortadan kaldırmaktan geçiyor.
[1] İstanbul Verem Savaş Derneği, Dünya Sağlık Örgütü 2022 Tüberküloz Raporu, ivsd.org.tr/verem/detay/98
[2] Pınar Şafak, Salgın Sağlık Sisteminin İflasını da Ortaya Seriyor, 5 Kasım 2020, marksist.net/node/7066
link: Çiğdem Berrak, Tüberküloz Hep Yoksulları Bulur!, 2 Ocak 2024, https://fa.marksist.net/node/8153
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /5
Afet Kanunu Adı Altında Gasp