

İstanbul-Silivri’de 23 Nisanda meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki deprem can kaybı ve ciddi bir yıkım yaşanmadan atlatıldı. Fakat bu deprem milyonlarca insanı kaygıya sürükledi. Son otuz yılda Gölcük, Düzce, Van gibi yıkıcı depremlerin hafızalarda bıraktığı izlerin tazeliğini korumasının yanı sıra yakın dönemde yaşanan Maraş-Hatay depremlerinin maddi ve manevi enkazı da halen kaldırılmış değil. Meydana gelen her yer sarsıntısı “felâket hafızasını” güçlü bir şekilde canlandırmasına rağmen, bunca yıldır depremler karşısında görülen sosyal-sınıfsal tepkilerde hiçbir değişim yaşanmıyor: Sermaye cephesinde rant ve kâr iştahındaki kabarma; akademi cephesinde ego, kirli rekabet ve burjuva çıkarlarla yürüyen kayıkçı dövüşü ve emekçi halk cephesinde korku, güvensizlik ve çaresizlik duygusunun çeşitli biçimlerde dışa vurması… Bu durumun kendisini biteviye tekrar etmesinin nedeni elbette “altyapı”da da “üstyapı”da da ciddi bir değişimin yaşanmamasıdır. Türkiye’nin %70’i yıkıcı depremler kuşağında yer almasına rağmen, ne buna uygun bir yapılaşma söz konusudur ne de bunu planlayıp uygulamaya geçiren bir siyasi yapı (devlet/hükümet/belediye) mevcuttur.
Meselenin siyasi ayağına bakacak olursak, 1999 Gölcük depreminden üç buçuk yıl sonra iktidar koltuğuna oturan Erdoğan AKP’si, elinde her türlü olanak mevcut olmasına rağmen bu konuda hiçbir ciddi adım atmamıştır; ciddi bir yıkım tehlikesi altında olduğu söylenen İstanbul için bile! Yüz bine yakın insanımızı kaybettiğimiz Maraş-Hatay depremlerinin ardından yayınlanan bir yazımızda dile getirdiğimiz gibi,
“Gerçekte bu süre, depreme karşı her türlü hazırlığın yapılabilmesi, kentlerin yeniden inşa edilerek depreme dayanıklı hale getirilebilmesi için yeterli bir süredir. Bilimcilerin söylediği budur, teknolojik imkânların gösterdiği budur. Buna rağmen İstanbul’daki konutların yalnızca %30’u güya yeni yönetmeliklere göre yapılmış yeni binalardan oluşuyorsa (ki bu talan düzeninde onların dahi güvenilirliği şüphelidir), en büyük sorumluluk bu süreyi har vurup harman savuran AKP iktidarlarının ve onun şefi Erdoğan’ın sırtındadır.”
“Tüm bu süre boyunca yapılması gerekenleri es geçtikleri gibi kendilerinden öncekilerin attığı kısmi ve cüzi adımları da yerle bir etmişlerdir. Yani depreme hazırlanmak ve kentleri güvenli hale getirmek adına ciddi bir şey yapmadıkları gibi yapılmış olanları da tarumar etmişler, kurulmuş olan yetersiz afet mekanizmalarını da bozmuşlar, yılların deneyim birikimini yok etmişler, liyakatsiz kadrolarla doldurarak bu kurum ve mekanizmaları da işleyemez hale getirmişlerdir. Kızılay son çarpıcı örnektir. (…) Bu egemen sınıf kesiminin açgözlülüğünün, yüzsüzlüğünün, utanmazlığının ve çürümüşlüğünün tarihte bir benzerini bulmak kolay iş değildir.”[*]
Erdoğan liderliğindeki rejim, Maraş-Hatay depremlerinin üzerinden geçen iki yılda bu vasıflarını daha da pekiştirmiştir. Gücünü yitirdikçe saldırganlaşan, rakiplerini tasfiye etmek için kumpas üstüne kumpas kuran ve nihayetinde bu rakiplerden en güçlüsü olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanını hapse atan bir Erdoğan’la karşı karşıyayız. Onun 19 Martta yarattığı siyasi depremin üzerinden bir ay geçmeden İstanbul’un bu kez şiddetli bir tektonik depremle sarsılması belki de doğanın bu yağmacı rejime verdiği bir mesajdı! Üstelik bu deprem, Erdoğan’ın büyük bir kibirle İBB’ye saldırmakla kalmayıp, rant histerisinin doruğunu temsil eden Kanal İstanbul felâket projesini yeniden gündeme getirdiği günlere denk gelmiştir.
Gözlerini kâr hırsı bürüyenler, bilindiği gibi bir de Kanal İstanbul manzaralı bir rant projesinin temelini atmaya kalkışmışlardır. İstanbul’un önemli su havzalarından birinde yapılmak istenen bu katliama dur deyip yıkım kararı alan İSKİ ise bu kararın hemen ertesi gününde Genel Müdürünün de dâhil edildiği bir gözaltı-tutuklama operasyonuyla cezalandırılmak istenmiştir. Üstelik depremin üzerinden henüz iki gün geçmişken ve İstanbul sallanmaya devam ederken!
Yaşanan her felâketi, yağma ve rant projelerinin önündeki engelleri ortadan kaldırma fırsatı olarak gören bu iktidar, Kanal İstanbul projesini de “depreme dayanıklı yeni bir İstanbul inşa etme” bahanesiyle meşrulaştırmaya çalışmıştı. Erdoğan bu projeyi tanıtırken “depreme hazırlık, kentsel değişim ve dönüşüm amacıyla” iki yeni şehrin de inşa edileceğini söylemişti. Fakat “her iki şehir de İstanbul’un olduğu kadar dünyanın cazibe merkezleri olacak. Kurulacak iki yeni şehir İstanbul’un küresel marka olma özelliğini öne çıkartacak” sözleriyle, bu iki “şehir” projesinin kimler için ve ne için tasarlandığını da ortaya koymuştu. Nitekim bu bölgeler o günlerden itibaren parsel parsel kapatıldı ve süper lüks bir alan olarak projelendirilip cebi şişkin Araplara parası peşin alınarak pazarlandı. Ekonomik olarak çıkmaza giren rejim oradan gelen paraları kendisi için can suyu olarak kullanıp yedi bitirdi. Ama projeler uygulamaya geçirilemedi. Belli ki Araplar tarafından sıkıştırılmaya başlanınca Erdoğan birkaç aydır bizzat kendisinin başrolü oynadığı klipler döndürmeye başladı Arap televizyonlarında.
Egemenler depremi kârlı bir rant aracına dönüştürmeye çalışırlarken, emekçiler yaşadıkları konutların deprem dayanıklılığına hiçbir şekilde güvenmemektedirler. Siyasi iktidar ve belediyeler bu konuda yapmaları gerekenleri onlarca yıldır yapmamışlardır. Bunun üstüne bir de yerbilimci profesörlerin maddi ve manevi çıkar kaygısına dayanan bilim dışı yaklaşımları ve pratikleri bindiğinde halk ne yapacağını bilmez haldedir.
Deprem, bilim ve Türkiye
1999 depreminden bu yana Marmara havzasındaki her ciddi depremde ve 2023 Şubatında gerçekleşen Maraş-Hatay depremlerinde olduğu gibi, bu deprem sonrasında da “büyük İstanbul depremi” yeniden tartışılmaya başladı. Depremin İstanbul’da ciddi biçimde hissedilmesi, “beklenen büyük deprem mi geldi (ya da geliyor)” sorusunu akla getirdi ister istemez. Her seferinde olduğu gibi, tüm medya çeşitli dallardan yerbilimcilere koştu. Televizyon ekranları ve internet medyası profesörlerin tekrar sahne aldıkları ve ağızlarının içine bakılan programlarla doldu taştı. Ne var ki, böylesi önemli bir konuda bilimsel tartışmanın yeterli olgunlukta olmadığı bir kez daha görüldü.
Beklenen “büyük İstanbul depremi” konusunda birbirine zıt iki ana görüşün varlığı öteden beri biliniyor. 6,2 büyüklüğündeki son Silivri depremine kadar, 7 üzeri büyüklükte bir büyük İstanbul depreminin olası olmadığını savunan görüş hayli marjinal kalan bir görüştü. Bunun aksini savunan görüş ise yaygın ve baskındı. Depremin ötesinde, hemen her konuda iddialı görüşler savunan ve artık bir medya fenomeni haline gelmiş olan yerbilimci Celal Şengör’ün başlıca ve en gürültülü savunucusu olduğu bu görüş, başka hiçbir görüş ve yaklaşıma izin vermemek üzere bir hegemonya kurdu. Azınlık görüşün temsilcisi yerbilimciler ise, Şener Üşümezsoy örneğinde olduğu gibi, medyadan ambargo yiyen bir pozisyona itildiler.
Fakat Marmara’daki son Silivri depreminin yer ve büyüklük olarak baskın görüş sahipleri tarafından değil azınlık görüş sahipleri tarafından öngörülmesi, medyada kısmi bir değişim yaşanmasına yol açtı. Ancak bilimde farklı görüşler, hele de deprem gibi bilimsel kesinliğin oldukça zor olduğu bir alanda tümüyle meşru olmasına rağmen, ülkede büyük itibar gücü kazanmış baskın görüş sahibi bilimcilerin hiç de serinkanlı ve vakur bir bilimsel tutum sergilemedikleri görüldü. Aksine azınlık görüşe karşı giderek daha hırçın, daha düzeysiz bir tutum sergilemeye başladılar. O profesörler aradan geçen 26 yılda birçok kez kendi aralarında da anlaşmazlığa düşüp çok iddialı şekilde sundukları görüş ve öngörülerini değiştirmiş oldukları halde, büyük deprem beklemeyenleri aşağı sınıf olarak görmüş, hatta bu görüşlerin görüş bile sayılamayacağını söyleyebilmişlerdir.
Konunun uzmanlarının bile tam bir fikir birliğine varamadıkları bir alanda uzman olmayan bizlerin hangi görüşün daha doğru olduğuna dair bir hüküm vermemiz elbette mümkün değildir. Ancak, görüşler ne olursa olsun, sergilenen tutum ve yaklaşımların bilimsel faaliyet ve tartışmada olması gereken ciddiyet, vakar ve adaba uygun olmasını ve bilimcilerin hem kendi görüşlerinin geçerliliği konusunda hem de merak uyandıran farklı görüşlerin eleştirisinde bilimsel titizlik ve tevazu göstermesini bekleyebiliriz. Üstelik insanların canını doğrudan ilgilendiren böyle bir konuda, bilimsel temelde farklı görüşlerin sağlıklı tarzda tartışılması, başka şeylerin yanı sıra toplumsal sorumluluğun bir gereğidir.
Burada amacımız hangi görüşün doğru olduğunu anlamaya çalışmaktan ziyade, toplumsal sorumluluk taşıyan bilimsel yaklaşımın nasıl olması gerektiğine bir nebze de olsa ışık tutmaktır. Bilimsel faaliyetin doğası, günümüz kapitalizminde bilimin aldığı biçim, bilimcilerin çeşitli motivasyonlarının kaynağı, bilimin politik ve ideolojik bağlamlardan kopuk olup olmadığı gibi hususları içeren bir sorgulamanın gereğine dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Bilimin doğasına dair bir hatırlatma
Bahsettiğimiz her iki görüşün de toplumsal-siyasal-ekonomik bağıntıları olduğunu kimsenin göz ardı etmemesi gerekiyor. Aslında hiçbir insani fikir, bu temellerden ya da bağlamlardan kopuk değildir. Çoğu zaman saf ve mutlak gerçeğin arayışı gibi idealize edilen bilimsel etkinlik bunun dışında değildir. Bilimin en uç ufuk noktalarındaki teoriler dahil, evrenin yapısı ve evrimine dair görüşler olsun, maddenin en derinlerindeki yapısına ve davranışına dair görüşler olsun, hepsi sosyal bağlam taşırlar. Bilim tarihine derin ve kapsayıcı bir gözle bakıldığında bu net biçimde görülebilen bir gerçektir. Ne Newton fiziği ne büyük patlama teorisi ne de kuantum fiziğinin muhtelif yorumları politik-ideolojik motif ve bağlamlardan azadedir.
Örneğin çoğu tarih anlatısında 16’ıncı ve 17’inci yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan bilimsel atılımlar, söz gelimi Newton’ın çığır açıcı keşifleri, adeta bu bilimcilerin salt kafalarının içinden çıkmış düşüncelermiş gibi sunulur. Oysa yükselen ticaret burjuvazisi ve ilk atılımlarını yapmakta olan sanayi burjuvazisinin çok somut, acil ihtiyaçlarının güdüsüyle tüm o keşifler yapılmıştır. Büyüyen ticaret, daha fazla ve nitelikli yollar, daha uzun menzil, daha iyi gemiler, daha iyi rota bilgisi, bu ihtiyaçlarla bağlantılı olarak savaşlarda daha etkili silahlar, daha iyi gökyüzü takibi, bunlara bağlı olarak daha iyi madencilik ve metalurji, daha iyi kimya, daha iyi optik vb. ihtiyacı kaçınılmaz biçimde yeni keşifleri zorlamıştır.
Kendi çıkarlarının peşindeki burjuvazi bu ve ilintili birçok alanda yeni düşünsel keşiflerin başlıca güdüleyicisiydi. Bilim tarihinin en büyük doruk noktalarından biri sayılan ve bilim kavramının başlıca sembol kişiliği hüviyetini kazanan Newton, parayla ilgili çok somut bir işle meşguldü, darphanenin müdürüydü. Artan madeni para ihtiyacını karşılamak için madencilik faaliyetlerinden simya faaliyetlerine kadar konunun tüm yönleriyle yakından ilgiliydi. Newton’un bilimsel çalışmasının başka yönlerden de toplumsal-politik-ideolojik belirlenimleri vardı. Örneğin, bağlı olduğu dinsel dünya görüşü nedeniyle, bazı çok önemli fikirlerini çok açık görünen mantıki sonuçlarına ulaştırmadı. Dahası kendi şöhretini sürdürmek adına kendisiyle aynı dönemde benzer keşifleri yapanları kötülemek, onların aynı keşifleri yapmadığı ya da kendisinin daha önce yaptığı algısı yaratmak için sahte isimle saygınlığa sığmayacak yayınlar yaptığı biliniyor.
Dünya devrimi dalgasının geri çekildiği, buna paralel olarak faşizm karanlığının giderek yükseldiği 1920’li 30’lu yıllarda yükselen kuantum fiziğinin belirsizliği yücelten, gerçekliğin asla “bilinemeyeceğini” telkin eden, “biz nasıl istersek gerçeklik odur” idealizmine zemin sunan yorumları da bir tesadüf değildir. Tüm gerici felsefe akımları, bu gelişmeler ve yorumlarla kendilerine sözde bilimsel dayanak bulmuşlardır. Benzer sayısız örnek verilebilir, ancak buna gerek yoktur, zira temel fikir tekrarlamayı gerektirmeyecek ölçüde açıktır.
Bütün bunları anlatmamızın sebebi sınıflar ve ideolojiler üstü bir bilim olmadığına, bilimcilerin ulvi haleyle sarmalanmış hakikat avcıları olmadığına işaret etmektir. Görüldüğü gibi, somut çıkarlar ve bunların genellikle dolaylı bir ifadesi olan dünya görüşü, bilimsel faaliyette ve öne sürülen fikirlerde çok temel bir rol oynamaktadır. Ancak burada somut çıkarlardan, ideolojik-politik-toplumsal bağlam ve bağlantılardan bahsettiğimizde bunun iki farklı türü olduğunu belirtmek gerekiyor. Sadece bu değil, kapitalizmin yükseliş dönemi ile gerileme dönemi ve bugünü arasında da ayrım yapmak gerekiyor. Kapitalizmin yükseliş döneminde burjuvazinin çıkarlarının bir ifadesi ya da savunucusu olmak insanlığın genel anlamda yükselişine hizmet anlamına geliyordu çoğunlukla. Ama kapitalizmin gerileme döneminde bilim de, bilimci de bu genel gericiliğin olumsuz etkilerine maruz kaldı. Bilimsel faaliyet bir yandan gırtlak gırtlağa rekabet içindeki şirketlerin faaliyetinin dolaysız bir uzantısı, bir yandan da devletler için hayati önem taşıyan askeri faaliyetlerin organik bir parçası, bir alt şubesi haline geldi.
Bu durum kaçınılmaz olarak bilimcinin hakikati arama dürtüsünü törpüleyen, körelten, ufkunu daraltan bir işlev görmektedir. Bu şartlar altındaki bilimci en kısa sürede şirketin ya da devletin “siparişlerini” yerine getirmeye çalışan bir tür özel uzman memura dönüşmektedir. Bu bilimci profiliyle kapitalizmin yükseliş çağlarındaki bilimcinin profili genel olarak hayli farklıdır. O çağlarda bilimcilerin birçoğu tarihin genel yükseliş eğiliminin bir parçası olarak, arayış içindeki ruhları saran insanlığın aydınlık geleceğine duyulan inancı paylaşıyorlar, ilerleme imgesinin cazibesi altında hareket ediyorlardı.
Farklı deprem tezleri, tutumlar ve çare
Günümüz biliminin genel durumu hakkındaki bu saptamaları akılda tutarak, jeolojiye ve somut konumuz olan Türkiye’deki deprem tartışmalarına dönecek olursak, orada da bilimcilerin yaklaşımlarının bir dizi somut çıkarlarla üst üste düştüğünü görebiliriz. Örneğin, İstanbul’da çok büyük bir deprem olacağını iştahla savunanların bunu saf bilimsel hakikat adına ya da toplumun çıkarları adına yaptıkları söylenemez. Bu vurguyu yapanlar arasında imar, rant ve inşaat faaliyetleriyle bağlantıları olanların olduğu uzun süredir açığa çıkmıştır. Sadece bu değil. Yazının başında şöyle bir ifade kullanmıştık: “akademi cephesinde ego, kirli rekabet ve burjuva çıkarlarla yürüyen kayıkçı dövüşü…” Kapitalizmin çürütücü etkileri akademide de çürütücü ve kirli bir rekabeti, şan şöhret arayışını, bürokratik tahakküm eğilimlerini, ego savaşlarına eğilimi körüklemektedir. 1999 yılına kadar kimsenin ismini cismini bilmediği yerbilimcilerin birdenbire TV starları haline gelmesi, herkesin onların ağzının içine bakması, kuşkusuz araç-amaç çarpılmasını beraberinde getiren yoldan çıkarıcı bir etki de yapmaktadır.
1999 Gölcük depreminin etkilerini korkutucu şekilde yaşamış İstanbul’da tehlikenin çok büyük olduğunu söylemenin, medya açısından da, halkın dikkatinin çekilmesi açısından da, doğuracağı büyük rant ve inşaat olanaklarına zemin sunması açısından da cazip olduğu açıktır. Aynı derecede açıktır ki, İstanbul’da tehlikenin pek büyük olmadığını söylemenin medyatik pazarda fazla etkisi olmayacaktı. Aradan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra bu konuda belli ölçüde bir değişim olmasının nedeni, ilk grubun argümanlarının çeşitli noktalarda isabetsiz olduğunun ortaya çıkması, görüşlerini kısmen de olsa değiştirmeye mecbur olmaları ve ikinci görüşün şimdiye kadarki öngörülerinin oldukça isabetli çıkması oldu. Ancak bu değişim yine de sınırlı ölçüdedir ve ikinci görüş lehine oluşan olumlu havanın kırılması için medyanın etkili güçleri etkin şekilde çalışmaktadır.
Bu konuyu biraz somutlamak için birkaç hatırlatma yapmakta fayda var. 1999 depreminin ardından (16 Kasım 1999) Celal Şengör Marmara boyunca uzanan tek parçalı bir fay olduğunu ve bunun 8 büyüklüğünde depremler ürettiğini söylüyor. Şengör o açıklamasında, yaptıkları ayrıntılı hesaplarla Marmara’da tek parçalı bir fay olduğunu tespit ettiklerini, bunun aksini söyleyenlerin ciddiye bile alınmaması gerektiğini belirtiyor. Dahası bunun hiç kuşkuya yer vermeyecek şekilde belli olduğunu vurguluyor. Oysa yıllar içinde yapılan çalışmalar Marmara’yı boydan boya kesen tek bir fay olmadığını ortaya koydu; en az üç fay vardı (kimi çalışmalara göre daha da fazla) ve bunlardan biri olan Adalar fayının bu sistemin bir parçası olup olmadığı dahi tartışmalıydı. Bu tutum yeterli bilimsel bilgi olmaksızın yapılan abartılı bir öngörüydü. Oysa bilimsel terbiye görmüş bir bilimci böylesi bir bilgi eksikliği koşullarında o kadar iddialı konuşmaz, çok daha ölçülü ve eğer gerekliyse ancak olasılıklı olarak konuşurdu. Şengör o günlerden bu yana hatasını hiç dürüstçe kabul etmeksizin şimdilerde hem fayın üç parçalı olduğunu hem de gelecek büyük depremin 7,2 büyüklüğünde olacağını söyleyebiliyor.
Medyatik profesörlerin, isabetli öngörülerde bulunan bir meslektaşlarına itibar etmemeleri, hatta görüşlerini bilimsel görüş olarak bile saymamalarında ileri sürdükleri başlıca argüman, bilimsel makale sayısıdır! Çürüyen kapitalizm koşullarında bilimsel titr ve makale konusunun da kendi başlarına ne denli yozlaşmış ve güvenilmez göstergeler olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek yoktur. Sadece atıf sayısı arttırmak için kurulan ve tümüyle paraya dayalı ulusal ve uluslararası yayınlar günümüzde hayli iyi ifşa edilmiş bir gerçekliktir. Dahası, saygın yayınlarda bile birçok makalenin akademik kayırma, yakınlıklar vs. çerçevesinde kendine yer bulduğu ve yerleşik ortodoksilere karşı duran görüşlerin kendilerine yer bulmalarının da genellikle zor olduğu bilinmektedir. Her halükârda bilimsel doğruluğun ölçüsü “hakemli” “atıflı” yayın olamaz. Öngörüleri doğru çıkmış bir görüş ile bilimsel tartışmadan kaçıp, onun argümanlarını çürütmeye tenezzül etmemek, bunun üzerini örtmek için de söz konusu biçimsel göstergelerin arkasına sığınmak bilimsel tutum değildir. Aslolan bilimsel tutarlılık, deney ve gözlemle uyumluluk gibi ölçülerdir. Bilimsel tevazu ve açık fikirlilikle tartışmak da bu ölçülere eklenebilir.
Korkuyu büyütmeye yarayan, hatta kimi örneklerde bunu bilinçli olarak körükleyen tutumlar hiçbir surette toplum yararına değildir. Korkudan yararlanıp kentsel dönüşüm adlı rant ve soygun seferberliğinin mihmandarlığını yapmak, insanların İstanbul’dan korku yoluyla göçmesini sağlamaya çalışmak hiç değildir. Geniş emekçi yığınların tuzu kurular gibi yaşam alanlarını değiştirme lüksü hiçbir surette yoktur. Marmara’da olacak yeni depremler ister çok yıkıcı ister az yıkıcı olsun Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu tartışmasızdır. Marmara havzası bir yana, geçtiğimiz yıl Maraş ve Hatay’da olan depremlerin de acı şekilde gösterdiği gibi, Anadolu coğrafyası jeolojik olarak genç ve hareketli bir yapıya sahiptir.
Böylesi bir coğrafyada genel olarak bina standartlarının yüksek olması gerektiği açıktır. Henüz bilimsel kesinliğin olmadığı noktalarda ayrıntılı bilimsel çalışmalar ve tartışmalar kendi mecrasında sürerken, inşaatların yeterli ivme değerleri esas alınarak güvenli yapılması hiç kuşkusuz şart koşulmalıdır. Ancak bunlar günümüz kapitalizmi koşullarında, hele de alaturka kapitalizmde ne ölçüde mümkündür? Sorulması gereken büyük soru budur. Yapılması gerekenler çok geniş ölçekli, kapsamlı bir planlamayı gerektirmektedir. Rant iştahıyla ve kapitalist anarşi altında böylesi bir planlamanın yapılması imkânsızdır. Kavgamızın şehri İstanbul’un da ülkenin diğer riskli bölgelerinin de ancak geniş bir işçi-emekçi hareketinin baskısıyla ve seferberliğiyle ıslah edilebileceği ortadadır. Gerekli planlama ancak böylesi bir seferberlik temelinde yapılıp hayata geçirilebilir. Bilimcilerin daha sorumlu ve ciddi bir tarzda davranması da ancak işçi sınıfının terbiye edici örgütlü hareketiyle mümkün olur. Tüm bir toplumsal mücadeleler tarihi bilimcilerin olsun sanatçıların olsun yükselen işçi sınıfı hareketi ve mücadelesinin etkisiyle büyük atılımlar yaptıklarını, genel toplumsal ideallere bağlanarak kapitalizmin ufuk daraltıcı etkilerinden ve kaygılarından uzaklaşabildiklerini göstermiştir. O nedenle deprem sorununun çözümü de örgütlü işçi sınıfının sırtındadır.

link: Levent Toprak, Deprem Tartışmalarının Gösterdikleri, 6 Haziran 2025, https://fa.marksist.net/node/8525
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /22