Oportünist uzlaşmacılığa karşı mücadele ve Anti-Dühring
Marx ve Engels, Lasalcılarla birlik gündeme geldiğinde, oportünist uzlaşmacılığın parti içinde etkinlik kazanacağından büyük bir kaygı duymuş ve bunu açıkça ifade etmişlerdi. Nitekim bu yöndeki öngörüleri doğrulanmakta gecikmemişti. Bu ilkesiz birleşmenin üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, Eugen Dühring adındaki bir akademisyenin sözde yeni teorileri partiye “büyük teorisyenin saygın görüşleri” olarak sızmakta hiçbir zorlukla karşılaşmamıştı. Bu durum, devrimci bir örgüte küçük-burjuva sosyalist fikirlerin sızmasının yolu bir kez açıldığında bunun nerelere varabileceğinin çarpıcı bir örneğiydi.
Berlin Üniversitesinde ekonomi politik ve felsefe dersleri veren Dühring 1875’e gelindiğinde birdenbire artık sosyalist olduğunu açıklamış, bununla da kalmayıp, kamuoyuna ayrıntılı bir “sosyalist teori” ile birlikte, toplumun yeniden örgütlenmesi için bir “uygulama planı” da sunmuştu. Ekonomiden doğa bilimlerine, felsefeden tarihe ahkâm kesmedik alan bırakmayan Dühring, sert polemikçi üslubuyla dikkat çekiyordu. Büyük bir ilgiyle karşılanan konferanslarında, Lassalle’ı ve Marx’ı da hedef alıyordu. Buna rağmen, “bilim” kisvesi altında pazarladığı eklektik-mekanik anlayış, Alman Sosyal Demokratlarının önde gelen kadrolarını bile etkisi altına alıp işçilerin kafalarının bulanmasına yol açıyordu. Ona gösterilen teveccühün boyutlarını, daha sonra anılarında Bebel şöyle dile getirecekti:
“Dühring, Berlin’deki hareketin nerdeyse tüm önderlerini kendi teorilerine kazanmayı başarmıştı. Ben de, Dühring’in çalışmaları gibi mevcut sosyal koşulların üzerine keskin bir şekilde giden ve komünizmden yana olduğunu ilan eden her yazınsal çalışmanın, ajitatif nedenlerden ötürü desteklenmesi ve lehimize yararlanılması gerektiği düşüncesindeydim. Bu bakış açısından hareketle, daha 1874 yılında, hapisten «Volksstaat» için Dühring’in çalışmalarını ele aldığım «Yeni Bir Komünist» başlıklı iki makale yazmıştım. Söz konusu kitapları bana, o dönemde Most, Fritzsche ve diğerleriyle birlikte Dühring’in coşkun yandaşları arasında olan Eduard Bernstein göndermişti. Dühring’in kısa süre sonra öğretileri yüzünden devlet ve üniversite makamlarıyla çatışmaya, Haziran 1877’de Berlin Üniversitesi’nden uzaklaştırılmasına yol açan bir çatışmaya girmesi, yandaşları nezdindeki itibarını daha da yükseltti.”
Öyle ki, Bebel, söz ettiği makalelerinde, “Dühring’in son yapıtının, Marx’ın Kapital’inden sonra, yakın dönemin ekonomik alanda ortaya çıkardığı şeyler içinde en iyilerden biri olduğunu ilan etmekte sakınca görmüyoruz” diyerek ona övgüler düzmüştü. Bunu birbiri ardına benzer tondaki diğer pohpohlamalar izlemiş ve partinin merkezi yayın organı Volksstaat sayfalarını cömertçe Dühring’in makalelerine açmıştı.
“Dühring salgını”nın bilimsel sosyalizm için ciddi bir tehdit haline geldiği apaçık görülmeye başlandığında, Liebknecht’in “Dühring’in burnunun bir an önce sürtülmesi gerektiği” yönündeki sıkıştırmaları ve Marx’ın amansız bir eleştirinin şart olduğu yönünde kanaat belirtmesinin ardından, Engels bu işe girişmek zorunda kalacaktı. 28 Mayıs 1876 tarihli mektubunda şöyle yazmaktaydı Marx’a:
“Senin için söylemesi kolay tabii. (…) gene her şeyi aniden yarım bırakıp şu sıkıcı Dühring’in hakkından gelmeye çalışacağım. Ancak, sonu belirsiz bir tartışmanın tarafı olsam da kuşkusuz yapacak bir şey yok; çünkü bunu yapmadıkça huzurum olmayacak.”
Böylece Engels, bir süredir doğa bilimleri ve bilim felsefesi konusuna odaklanan çalışmalarına ara verip, kapsamlı bir Dühring eleştirisi üzerinde çalışmaya başladı. Kendisinin de dile getirdiği gibi, son dönemlerde eskiçağ tarihini yeniden okumasının ve doğa bilimleri üzerindeki çalışmalarının bu konuda çok büyük yararını görecekti. Dühring’in bilim ve sosyalizm üzerine sözde yeni teorilerine yanıt olarak kaleme alınan bu çalışma, Engels’e, Marksist diyalektik yöntemi ve dünya görüşünü çok geniş bir alanda bütünlüklü bir şekilde açımlama fırsatı sunmuş olacaktı. Sonradan görüleceği gibi, Dühring’in sosyalist teoriye tek katkısı, Engels’e bu eseri yazması için malzeme sunmasıydı!
Anti-Dühring olarak ünlenecek olan ve Bay Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Edişi başlığını taşıyan bu kapsamlı çalışmanın ürünleri, 1877 Ocağından itibaren makaleler halinde Volksstaat’ın ardılı olan Vorwärts’te yayınlanmaya başlandı. Ama bu yayın esnasında bile, Engels’in Dühring’in etkisi altındaki parti yöneticilerinin parmağının olduğunu düşündüğü gecikmeler ve zamanlama sorunları yaşandı. Bunun daha da ötesi, Mayıs sonunda yapılan parti kongresinde Dühring yandaşlarının Engels’e açıktan saldırmasıydı. Bunların önde gelenlerinden Johann Most, “Engels tarafından Dühring’e karşı yayınlanan ve Vorwärts okurlarının son derece büyük çoğunluğunun ilgi duymadığı ve hatta son derece itici olan eleştiriler” olarak nitelendirdiği Anti-Dühring’in Vorwärts’te yayınlanmasının durdurulması için önerge verip bunun onaylanmasına çalışacak kadar ileri gidecekti. Üstelik bunda kısmen başarılı da olacak, Bebel ve Liebknecht’in orta yolu bulmaya çalışan önergeleriyle Anti-Dühring’in bundan böyle Vorwärts’te değil onun bilimsel ekinde yayınlaması kararlaştırılacaktı.
Engels tüm bu yaşananlara duyduğu tepkiyi, o dönemdeki yazışmalarında açıkça dile getirmişti. Kuşkusuz Marx da onunla hemfikirdi. Nitekim tüm bunlar yaşanırken, “Almanya’daki partimizin içinde, kitleler arasında önderler (üst sınıf ve «işçiler») arasında olduğu kadar olmasa da, küflü bir ruh kendini hissettiriyor. Lasalcılarla uzlaşı, öteki orta-yolcularla da uzlaşıya yol açtı” diyen Marx, bu “orta-yolcular” arasında en başta Dühring ve hayranlarını sayıyordu. “Onlarca yıldır, onca emek ve çaba harcayarak Alman işçilerin kafasından silip atmaya çalıştığımız ütopik sosyalizm yeniden şahlanıyor” derken, bu boş ve bayat teorilerin çok daha gerici olduklarına dikkat çekiyordu.[1] Aynı günlerde yazdığı bir başka mektubunda da, “son parti kongresinde görülen türden olaylar bizi ister istemez «Almanya’daki parti üyeleri» ile ilişkimizde dikkatli olmaya zorladı”[2] diyerek Alman partisi içinde yaşananlardan duydukları rahatsızlığı vurguluyordu.
Aslında bütün bunlar bazı gerçekleri net bir şekilde gösteriyordu. Almanya’dan uzak olan Marx ve Engels’in parti üzerindeki etkileri hiç de dışarıdan algılandığı kadar güçlü değildi. Öte yandan, özellikle Lasalcılarla birleşme sonrasında partide çok belirgin bir ahlâki ve entelektüel gerileme yaşanmış, küçük-burjuva sosyalizmi önderlik mekanizmasına bile kolaylıkla sirayet edebilmişti. Reformizme kayışın yolunu da açan bu durum, ilerleyen yıllarda pek çok örnek üzerinden kendini gösterecekti.
Anti-Dühring: Gerçek bir Marksizm ansiklopedisi
Tam bir megaloman olan Dühring, “gerçeklik felsefesi” adı altında her şeyi açıklayan “yeni ve eksiksiz bir sistem” ortaya koyduğunu iddia eden tezlerini, felsefe, politik ekonomi ve sosyalizm konulu üç kitapta toplamıştı. Engels Dühring’in bilimdışı tezlerine gerekli yanıtı vermek üzere çok külfetli bir çabanın altına girmişti. Şöyle diyecekti daha sonra buna girişmesinin başlıca nedenini vurgularken:
“(…) üç koca cilt, genelde daha önceki tüm filozoflara ve iktisatçılara karşı ve özelde Marx’a karşı seferber edilmiş üç kolordu kanıt; gerçekten de tam bir «bilimi altüst etme» çabası – işte hedef edinmem gereken bunlardı. Zaman ve mekân kavramlarından bimetalizme; madde ve hareketin öncesiz ve sonrasızlığından, ahlâki fikirlerin geçici niteliğine, Darwin’in doğal seçmesinden gelecekteki bir toplumda gençliğin eğitimine kadar, akla gelebilecek her konuyu ele almam gerekiyordu. Buna rağmen, hasmımın işi sistematik olarak geniş ve ayrıntılı tutmuş olması, bana, ona karşı ve daha önce olduğundan daha birbiriyle bağıntılı biçimde, Marx’ın ve benim bu pek çeşitli konulardaki görüşlerimizi geliştirme fırsatı verdi. Ve başka bakımlardan pek nankör olan bu görevi üstlenmemin başlıca gerekçesi de budur.”[3]
Engels “Giriş”i izleyen üç ana kısımdan oluşan bu büyük eserine, sosyalizmin ütopyadan bilime yolculuğunu ele alarak başlamaktadır: Aydınlanma filozofları, ütopik sosyalistler, Hegel’in diyalektikle birlikte en gelişmiş biçimine kavuşturduğu yeni Alman felsefesi ve tüm bunların diyalektik ve tarihsel materyalizmle birlikte aşılması… Kitabın devam eden bölümlerinde, bu temelden ve somut bilimsel olgulardan hareketle, kendini “bugünün ve görülebilir geleceğin biricik gerçek filozofu” ilan eden ve “kesin doğrunun ve biricik sıkı bilimselliğin sahibi” olarak gören Dühring’in safsatalarının ayrıntılı eleştirisine geçilmektedir.
“Felsefe” başlığını taşıyan birinci kısım, Dühring’in ahkâm kestiği alanlara bağlı olarak alabildiğine geniş bir konu çeşitliliğine sahiptir: Doğa felsefesi, zaman, uzam, evrendoğum, sonsuzluk, fizik, kimya, organik dünya, “ebedi doğru, ebedi ahlâk”, hukuk, eşitlik, özgürlük, zorunluluk ve diyalektik… Özellikle diyalektik, Marksizmin materyalist tarih, toplum ve doğa yorumunun temel ayağı olarak ayrı bir öneme sahiptir. Dühring, “Hegelci diyalektik” olarak nitelendirip, “budalalık”, “bulanık, sisli düşünce”, diyerek aklınca çürüttüğü “yadsımanın yadsınması” ve “niceliğin niteliğe dönüşmesi” yasaları üzerinden Marx’a saldırmaktaydı. Bu durum Engels’e, “doğanın, insan toplumunun ve düşünmenin genel hareket ve gelişme yasalarının bilimi” olarak tanımladığı diyalektiği, çeşitli örnekler üzerinden serimleme fırsatını sunmuştu.
Anti-Dühring’in ikinci kısmı “Politik Ekonomi” başlığını taşımaktadır. Bu konuya “yöntem” meselesiyle giriş yapan Engels, üretim ve değişim tarzlarının tarihsel olarak değişkenliğini, paylaşımın da Dühring’in bilimdışı tezlerinin aksine üretim ve değişimden koparılarak ele alınamayacağını ortaya koymaktadır. Fakat bunun, paylaşımın üretim ve değişimin salt edilgen bir ürünü olduğu anlamına gelmediğini, onun da aynı şekilde her ikisi üzerinde etkide bulunduğunu belirtmeyi ihmal etmemektedir:
“Her yeni üretim tarzı ya da değişim biçimi, başlangıçta yalnızca eski biçimler ve bunlara denk düşen siyasal kurumlar tarafından değil, aynı zamanda eski paylaşım tarzı tarafından da engellenir. O, kendine denk düşen paylaşımı, önce uzun bir mücadele içinde elde etmek zorundadır. Fakat verili bir üretim ve değişim tarzı ne kadar hareketli, eğitime ve gelişmeye ne kadar yatkınsa, paylaşım da, anası olan üretim ve değişimin şimdiye kadarki tarzının boyunu aşıp, onunla çatışmaya girdiği aşamaya o kadar hızlı ulaşır. Yukarıda sözü edilen eski doğal topluluklar, dış dünya ile ilişki onların dağılmasına yol açacak servet farklılıklarını oluşturana kadar, Hintliler ve Slavlarda bugün bile olduğu gibi, varlıklarını binlerce yıl sürdürebilirler. Buna karşılık, üçyüz yıllık bile geçmişi olmayan ve ancak büyük sanayinin yerleşmesinden sonra, yani yüz yıldır egemen hale gelen modern kapitalist üretim, bu kısa zaman içinde paylaşımda, onu zorunlu olarak çöküşe götürecek olan karşıtlıklar yarattı – bir yanda sermayelerin az sayıda elde yoğunlaşması, öte yanda da mülksüz kitlelerin büyük kentlerde yoğunlaşması.”[4]
Ardından “Zor Teorisi” başlıklı üç bölümde Dühring’in ekonomi-siyaset ilişkisine dair ana tezi ele alınıp Marksist temellerde çürütülmektedir. Dühring’e göre, tarihsel olarak temel olan şey politik güç yani zordur; ekonomik bağımlılıklar ise daima ikinci dereceden olgulardır! Kapitalist özel mülkiyet de “zora dayalı mülkiyet”tir! Engels bu tezlerin gerçeklikle bağdaşmadığını ortaya koyarken, özel mülkiyetin tarihte hiç de talanın ve zorun sonucu olarak ortaya çıkmadığını gösterir. Meta üretiminin belli bir gelişme düzeyinde kapitalist üretime dönüşeceğini dile getirerek şunu vurgular: “Bütün süreç, haydutluğa, zora, devlete ya da herhangi bir siyasi müdahaleye bir tek kez bile gerek kalmadan, salt ekonomik nedenlerle açıklanır. «Zora dayalı mülkiyet»in, burada da sadece, gerçek sürecin anlaşılmasındaki yetersizliği gizlemeye yönelik palavracılık olduğu görülür.”
Engels doğrudan zor aygıtı olan ordunun ve donanmanın ekonomiyle ilişkisini de ele alır ve “muazzam paraya” mal olan bu zor aygıtlarının hiçbir zaman para üretemeyeceğini, en iyi ihtimalle “kazanılmış olanı çekip alabileceğini” belirterek şöyle der: “Hiçbir şey, ordu ve donanma kadar ekonomik önkoşullara bağlı değildir. Silahlanma, bileşim, örgütlenme, taktik ve strateji, her şeyden önce andaki üretim aşamasına ve iletişime bağlıdır.” Bu noktada okuru kısa bir tarihsel gezintiye çıkaran Engels, savaş tarzlarının ve orduların nasıl teknolojik gelişmelere bağlı olarak şekillendiğini, Amerikan ve Fransız devrimlerinin yanı sıra büyük savaşlardan da örnekler vererek gösterir. “Kısacası, her yerde ve her zaman, «zor»a zafer kazandıran şeyler, ekonomik koşullar ve ekonomik güç araçlarıdır, onlar olmadan zor zor olmaktan çıkar…”
Dühring’in yaptığı gibi tarihin soyut ahlâki kriterle değerlendirilmesi karşısında Engels’in sergilediği Marksist yöntem ve bakış açısı da çok öğreticidir. Bu noktada onun, insanlık tarihinin gelişim seyri içinde köleci üretim tarzının ortaya çıkışına ve bunun oynadığı tarihsel role ilişkin değerlendirmelerinden bir örnek verebiliriz:
“Üretim, insan işgücünün artık kendi basit geçimi için gerekli olandan çok üretebileceği derecede gelişmişti; daha çok işgücü geçindirecek araç mevcuttu; aynı şekilde onları çalıştıracak araçlar da; işgücü bir değer kazandı. Fakat kendi topluluğu ve onun mensup olduğu birlik, kullanmaya hazır, artık bir işgücü sağlamıyordu. Buna karşılık, savaş bunu sağlıyordu ve savaş, birçok topluluk gruplarının aynı anda yan yana varoluşu kadar eskiydi. O zamana kadar, savaş tutsaklarının ne işe yarayacağı bilinmiyordu, dolayısıyla düpedüz öldürülüyorlardı, daha önceleri ise yemek olarak yeniliyorlardı. Fakat bunlar şimdi erişilen «ekonomik durum» aşamasında bir değer kazandı; dolayısıyla yaşamları bağışlanıp, emekleri kullanıldı. Böylece zor, ekonomik durumu egemenlik altına alacak yerde, tersine, ekonomik durumun hizmetine koşuldu. Kölelik icat olundu. Kısa zamanda, eski topluluğun ötesine gelişen tüm halklarda egemen üretim tarzı, ama aynı zamanda, bunların baş çöküş nedenlerinden biri haline de geldi. İlk kez kölecilik, tarım ile sanayi arasında daha büyük ölçekte bir işbölümünü ve bununla birlikte, antik dünyanın doruğunu, Yunanlılığı mümkün kıldı. Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. Yunanlılık ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı. Tüm ekonomik, siyasi ve entelektüel gelişmemizin, köleliğin hem zorunlu ve hem de genel kabul gördüğü bir durumu şart koştuğunu asla unutmamalıyız. Bu anlamda, şunu söyleyebiliriz: Antik kölelik olmasaydı, modern sosyalizm de olmazdı.”[5]
Bunun, tarihi içinde bulunduğu dönemin “ahlâki” kriterleriyle okuyan küçük-burjuva bakış açısıyla zerrece ilgisinin olmadığı açıktır. Engels’in devamında dediği gibi:
“Kölelik ve benzerlerini genel sözlerle kötülemek ve böylesi kepazelik üzerine yüksek ahlâki öfke yağdırmak çok kolaydır. Ne yazık ki, bununla, herkesin bildiği bir şeyden, yani bu antik kurumların artık bizim bugünkü koşullarımıza ve bu koşulların belirlediği duygularımıza denk düşmediğinden başka bir şey dile getirilmiş olmaz. Bununla ise, bu kurumların nasıl oluştuğu, neden var oldukları ve tarihte hangi rolü oynadıkları üzerine tek sözcük öğrenmiş olmayız. Ve bu sorunlara girdiğimizde, kulağa ne kadar çelişkili ve ne kadar zındıkça gelse de, o zamanki koşullarda köleliğin yerleştirilmesinin büyük bir ilerleme olduğunu söylemek zorundayız. (…) Var oldukları her yerde eski topluluklar, bin yıllardan beri en kaba devlet biçiminin, Hindistan’dan Rusya’ya kadar Doğu despotluğunun temelini oluştururlar. Yalnızca bunların dağıldığı yerlerde, halklar kendiliklerinden ilerlemişler ve ilk ekonomik ilerlemeleri de, köle emeği sayesinde üretimin artması ve gelişmesi olmuştur.”
Zorun ekonomik, toplumsal işlevi ve rolüne ilişkin değerlendirmelerinin ardından bu bahsi şu sözlerle kapatır Engels:
“Bay Dühring için zor, mutlak kötülüktür, ilk zor eylemi, onun için ilk günahtır (…) Fakat zorun tarihte başka bir rol, devrimci bir rol de oynadığından, Marx’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi olduğundan, toplumsal hareketin onun yardımıyla kendini kabul ettirdiği ve donmuş, can çekişen siyasi biçimleri parçaladığı alet olduğundan Bay Dühring’de tek sözcük bile yok. O ancak iç çekişler ve inlemelerle kabul ediyor sömürü rejimini devirmek için belki zorun gerekli olacağı olanağını – maalesef, çünkü her zor kullanımı, onu kullananın ahlâkını bozarmış.”
Buraya şu notu da düşelim. 1880’lerin ortalarında Engels’e, “Zor Teorisi” başlıklarını taşıyan bu üç bölümün Almancada ayrı bir kitapçık halinde basılması talebi gelmiştir. Engels, bunun Almanya’da son otuz yılda oynadığı rolü ele alan yeni bir bölümle birlikte anlamlı olacağını söyleyerek, bu kapsamda “Tarihte Zorun Rolü” başlıklı ek bir bölüm daha kaleme almıştır. Fakat Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini yayına hazırlama uğraşının yoğunluğu nedeniyle tamamlayamadığı bu kitapçık ancak onun ölümünden çok sonra Tarihte Zorun Rolü başlığıyla yayınlanmıştır.
Anti-Dühring, tarihin materyalist temellerde yorumlanıp açıklanmasının mükemmel örneklerinin sergilendiği bir başyapıttır. İnsanın havyanlar âleminden çıkarak girdiği tarihsel yolculukta sınıfların ve devletin oluşumu, gelişimi ve kapitalizme evrilişi maddi temeller eşliğinde ele alınırken, biraz yukarıda Hintliler ve Slavlar örneğinden de görüldüğü üzere, özel mülkiyete dayanan Batı tipi gelişim çizgisiyle devlet mülkiyetine dayanan Doğu tipi gelişim çizgisi arasındaki farklara da dikkat çekilmektedir. Marx’ın Grundrisse’de çıkardığı sonuçlara paralel olarak Engels’in yaklaşımı da, Stalin’in vulger yaklaşımından tümüyle uzaktır. Mehmet Sinan’ın vurguladığı gibi, Stalin’in meşhur “beşli şema”sının mantığına göre, “tarihte her toplum mutlaka ardışık bir sıra izleyerek, şu beş tarihsel evreden geçmek zorundaydı: İlkel komünist toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplum. Stalin’e göre, tarihteki her toplum, kapitalizme gelinceye değin bu şemada belirtilen ilk üç aşamadan (ilkel komünal, köleci ya da feodal) mutlaka ardışık bir biçimde geçmişti. Yani bu anlayışa göre, köleciliği yaşamadan feodalizme, feodalizmi yaşamadan da kapitalizme geçilemezdi. Aslında Stalin’in kurduğu bu şemanın mantığı, materyalist bir tarih anlayışından çok, kaderci determinist bir tarih anlayışını yansıtmaktaydı.”[6] Çok açık ki Marksizmin ustalarının toplumların gelişimini ve tarihin akışını materyalist temellerde ele alan dinamik ve diyalektik yaklaşımıyla bu şabloncu mekanik yaklaşımın en ufak bir ilgisi bulunmamaktadır.
Anti-Dühring’in “Politik Ekonomi” kısmının ilerleyen bölümleri değer teorisi, basit ve bileşik emek, sermaye ve artı-değer, ekonominin doğal yasaları, toprak rantı ve son olarak da “eleştirel tarih”ten başlıklarını taşımaktadır. Her bölümü basılmadan önce Marx tarafından dikkatle okunan Anti-Dühring’in “eleştirel tarih”ten başlıklı bölümünü bizzat o kaleme almıştı. Engels’in dediği gibi, özel alanlarda birbirlerine yardım etmeleri eskiden beri âdetleriydi. Engels bu bölümlerde Dühring’in tezlerini eleştirirken Marx’ın ekonomik çözümlemelerinin kapsamlı bir özetini sunma ve burjuva iktisatçıların bugün bile geviş getirir gibi yineledikleri çeşitli argümanlara yanıt verme fırsatı bulmuştu.
Kitabın üçüncü kısmı, “Sosyalizm” başlığını taşımaktadır. “Tarihsel” başlıklı ilk bölüm sosyalizmin ütopyadan bilime doğru gelişimini ele almaktadır. 1800’lerin başında Saint-Simon, Fourier ve Owen tarafından tasarlanan sosyalizm projelerinin neden ütopyanın ötesine geçemeyeceğini o dönemin nesnel koşullarıyla açıklamaktadır Engels. Kapitalizm hızla gelişmekteydi, ama yeni toplumsal düzenden kaynaklanan çatışmalar da, bunların çözüm araçları da henüz oluşum halindeydi. Mülksüz kitlelerden yeni bir sınıfın çekirdeği olarak yeni ayrılmaya başlayan proletarya, bağımsız siyasi eyleme henüz tümüyle yeteneksizdi. Bu tarihsel durum, Engels’in dediği gibi, sosyalizmin kurucularına da egemen olmuştu. Ütopyacılar kapitalist üretimin henüz çok az geliştiği bu dönemde yeni toplumun unsurlarını kafadan kurmak zorunda kalmışlardı.
“Yeni, daha mükemmel bir toplumsal düzen sistemini bulmak ve bunu dışarıdan, propaganda yoluyla, mümkün olduğu yerde model deneyler örneğiyle topluma zorla dayatmak gerekiyordu. Bu yeni toplumsal sistemler daha başından itibaren ütopyaya mahkûmdu; ayrıntıları üzerine ne kadar çalışılırsa, o kadar çok salt fanteziye kaçmak zorundaydılar.” (s.339)
Tarihi materyalist temellerde yorumlayan Marksizmin ustalarının, küçük-burjuva sosyalistlerden ya da burjuva liberallerden farkı bu noktada da kendini gösteriyordu. Şöyle diyordu Engels:
“Bugün ancak eğlendirici olan bu fantezileri büyük bir ciddiyetle didik didik edip kusur aramayı ve böylesi «çılgınlıklar» karşısında kendi sağlam düşünce tarzının üstünlüğüne sevinmeyi Dühring’vari edebi çerçilere bırakabiliriz. Biz, her yerde fantastik örtüsü altından fışkıran ve bu darkafaların görmeye kör olduğu dahiyâne düşünce embriyonları ve düşünceler karşısında seviniyoruz.”
Anti-Dühring’in en önemli bölümlerinden biri, üçüncü kısmın ikinci bölümüdür. “Teorik” başlığını taşıyan bu bölümün girişi aslında materyalist tarih anlayışının yoğun bir özeti gibidir:
“Materyalist tarih anlayışı, üretimin ve üretimin yanında onun ürünlerinin değişiminin, her toplumsal düzenin temeli olduğu; tarihte ortaya çıkan her toplumda, ürünlerin paylaşımının ve onunla birlikte sınıflar ya da zümreler biçimindeki toplumsal bölünmenin, neyin ve nasıl üretildiğine ve üretilenlerin nasıl değiştirildiğine bağlı olduğu önermesinden hareket eder. Buna göre, tüm toplumsal değişikliklerin ve tüm siyasal altüst oluşların son nedenleri, insanların kafasında, ebedi doğru ve adalet konusunda artan kavrayışlarında değil, üretim ve değişim tarzındaki değişikliklerde aranmalıdır; ilgili dönemin felsefesinde değil, bilakis ekonomisinde aranmalıdır. Mevcut toplumsal kurumların sağduyuya aykırı ve adaletsiz oldukları, sağduyunun saçmalık ve iyiliğin kötülük haline geldiği yönündeki artan kavrayış, üretim yöntemlerinde ve değişim biçimlerinde usuldan usula meydana gelen değişikliklerin, daha önceki ekonomik koşullara uyarlanmış toplumsal düzenle artık uyuşmadığının bir işaretidir. Bu, aynı zamanda, ortaya çıkarılan uyumsuzlukları ortadan kaldırma araçlarının da –az çok gelişmiş halde– bizzat değişmiş üretim ilişkileri içinde mevcut olması gerektiği anlamına gelir. Bu araçlar kafadan uydurulmamalı, tersine kafanın yardımıyla üretimin mevcut maddi olgularında keşfedilmelidir.” (s.351)
İşte Engels bu bölümde bunu yapıyor, modern sosyalizmin üzerinde yükseldiği koşulları, yani kapitalist üretim biçiminin yarattığı değişimle birlikte keskinleştirdiği toplumsal çelişkileri ortaya seriyordu. Üretim anarşisi, proleterleşme, makinelerin sürekli yetkinleşmesi, aşırı çalışma ile işsizliğin eş zamanlı artışı, bir tarafta zenginliğin diğer tarafta ise sefaletin biriktiği bu sistemde üretimin pazarların genişlemesini aşan gelişme hızı yani aşırı üretim ve kriz… “Krizlerde, toplumsal üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki şiddetle patlak verir. Meta dolaşımı o an durur; dolaşım aracı, para, dolaşımın engeli haline gelir; meta üretiminin ve meta dolaşımının tüm yasaları altüst olur. Ekonomik çatışma doruğuna varır: üretim tarzı, değişim tarzına başkaldırır, üretici güçler, aştıkları üretim tarzına başkaldırır.”
Engels sermayenin bu çelişkiyi aşma yönünde harekete zorlanması sonucunda anonim şirketlerin ve tröstlerin ortaya çıktığını, fakat bunun da çelişkiyi çözemediğini dile getirir. Bunu çözecek olan tek sınıf, bizzat kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkarıp büyüttüğü proletaryadır:
“Kapitalist üretim tarzı nüfusun büyük çoğunluğunu gittikçe proleterlere dönüştürerek, bu devrimi (…) gerçekleştirmek zorunda olan gücü yaratır. Toplumsallaştırılmış büyük üretim araçlarının gittikçe devlet mülkiyetine dönüştürülmesi yönünde bastırarak, bu devrimi gerçekleştirmenin yolunu bizzat gösterir. Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürür. Fakat bununla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bununla tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylelikle devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. (…) Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk eylem –üretim araçlarına toplum adına el konması–, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alanın ardından diğerinde gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişiler üzerinde yönetimin yerini, şeylerin yönetimi ve üretim süreçlerinin yönetimi alır. Devlet «ortadan kaldırılmaz», o sönüp gider.” (s.367)
Bu aynı zamanda üretici güçlerin gelişiminin önündeki tüm yapay engellerin ortadan kalkması, insanlığın o güne dek hiç olmadığı kadar özgürleşmesi ve ilk kez tarihini tam bir bilinçle kendisinin yapmaya başlaması anlamına gelecektir. “Bu, insanlığın zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayışıdır.”
Engels, gerçekleştirme misyonu bizzat proletaryanın üzerinde olan “bu eylemin tarihsel koşullarını ve böylelikle bizzat doğasını sonuna kadar anlamak ve böylece, kendi eyleminin koşullarını ve doğasını eyleme çağrılan bugünkü ezilen sınıfın bilincine çıkarmak, proleter hareketin teorik ifadesinin, bilimsel sosyalizmin görevidir” diyerek, onun ütopik sosyalizmden farkını da tarihsel olarak ortaya koymuş olmaktadır.
Burada şunu da belirtelim ki, Engels, Anti-Dühring’in yukarıda sözünü ettiğimiz “Teorik” başlıklı bölümüyle “Giriş” kısmının ilk bölümünü Paul Lafargue’ın talebi üzerine Fransızcaya çevrilmek üzere derlemiştir. 1880’de Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm başlığıyla Fransızca baskısı yapılan ve sonrasında diğer dillere de çevrilen bu kitapçık, Riazanov’un dediği gibi, Komünist Manifesto kadar çok okunan, en ünlü Marksist kaynaklardan biri olmuştur.
Engels bir sonraki bölümde de (“Üretim”) çok önemli noktalara dikkat çekmiştir. Bunlardan biri de kapitalist krizler meselesidir. Dühring’in kapitalizmin döngüsel krizlerini Marksizmin tersine arızi sapmalar olarak değerlendirmesi ve bunların nedenlerini de aşırı üretimde değil “düşük tüketim”de görmesi karşısında şunu dile getirmektedir Engels:
“… düşük tüketim binlerce yıldır devam eden tarihsel bir olgu, buna karşılık üretim fazlalığı sonucu krizlerde patlak veren pazar tıkanması ancak elli yıldan beri ortaya çıktığına göre, yeni çatışmayı, yeni aşırı üretim olayıyla değil, tersine binlerce yıllık eski düşük tüketim olayıyla açıklamak için, Bay Dühring’in tüm vülger ekonomik yavanlığı gerekir. (…) Kitlelerin düşük tüketimi, sömürüye dayanan tüm toplum biçimlerinin, dolayısıyla kapitalist toplumun da zorunlu bir koşuludur; ama yalnızca kapitalist üretim biçimi krizlere yol açar. Bu nedenle kitlelerin düşük tüketimi de krizlerin bir önkoşuludur ve bunlarda uzun zamandan beri bilinen bir rol oynar; fakat bu bize, krizlerin bugünkü varlığının nedenleri hakkında, geçmişteki yokluğunun nedenleri kadar az şey söyler.” (s.375)
Bir başka husus ise işbölümüdür. Üretim araçlarının özel mülk edinilmesine son verilip toplumsallaştırılmasıyla birlikte insanların bu üretim araçlarına köleliğinin de son bulacağını belirten Engels, eski üretim tarzıyla birlikte eski işbölümünün de ortadan kalkmasının zorunlu olduğunun altını çizer. Onun yerini, herkesin bedensel ve entelektüel yeteneklerini her yönde geliştirme ve kullanma olanağına kavuşacağı, çalışmanın yük olmaktan çıkıp zevk haline geleceği bir üretim örgütlenmesi alacaktır.
Bunun artık bir fantezi ya da sofuca bir dilek olmadığını belirten Engels, üretici güçlerin mevcut gelişme koşullarında, bizzat üretici güçlerin toplumsallaştırılmasının getireceği üretim artışının, kapitalist üretim tarzından kaynaklanan engel ve bozuklukların ortadan kaldırılmasının, ürünlerin ve üretim araçlarının israfına son verilmesinin bile, daha şimdiden, herkesin çalışmaya katılması durumunda, emek-zamanını en düşük ölçüye indirgemeye yeteceğine dikkat çeker.
İlk büyük toplumsal işbölümü olarak kent ve kır karşıtlığının ortadan kaldırılması da sadece olanaklı olmayıp, “bizzat sanayi üretiminin doğrudan bir zorunluluğu haline gelmiştir, keza, tarımsal üretimin ve ayrıca kamu sağlığının da bir zorunluluğu haline gelmiştir. Bugünkü hava, su ve toprak kirlenmesi, ancak kentle köyün kaynaşmasıyla ortadan kaldırılabilir; ancak bununla, şimdi kentlerde eriyip giden kitlelerin durumunu değiştirip, onların gübrelerinin hastalık üretmek yerine, bitki üretmek için kullanılmasını sağlayabilir”… “Kuşkusuz uygarlık bize, ortadan kaldırılması çok zaman ve çabaya mal olacak büyük kentleri miras bıraktı. Fakat, uzun bir süreç de olsa, bunlar ortadan kaldırılmak zorundadır ve kaldırılacaktır.”
Görüldüğü gibi, Marksizm, bugün insanlığın başındaki korkunç bir belâya dönüşen çevre ve insan sağlığı sorunlarının çözüm yolunun nereden geçtiğine de daha o günlerden ışık tutmuştur.
Engels, Anti-Dühring’i 1878 baharında tamamladı. Bu yapıt, derinlemesine işlenen diyalektik ve tarihsel materyalizm, politik ekonomi ve bilimsel sosyalizmle gerçekten de tam bir Marksizm ansiklopedisiydi.[7] Eleanor Marx “Anti-Dühring’in etkisi ve önemi üzerine konuşmak Kapital üzerine konuşmak kadar gereklidir” derken çok haklıydı.[8] Marksist dünya görüşü ilk kez böylesine bütünlüklü ve sistematik bir şekilde ortaya konmuştu.
Riazanov’un dediği gibi bu eser Marksizmin tarihinde bir dönüm noktası idi: “1870’lerin ikinci yarısında eyleme giren genç kuşak, bilimsel sosyalizmin felsefi öncüllerinin ve izlediği yöntemin ne olduğunu bu kitaptan öğrendi. Anti-Dühring’in Kapital üzerine çalışmada en iyi başlangıç olduğu doğrulanmıştır. (…) Kapital dışında hiçbir kitap, Marksizmin özel bir yöntem ve özel bir sistem olarak yayılmasında, Anti-Dühring kadar büyük görev görmemiştir.”[9]
(devam edecek)
[1] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2 (Sorge’ye 19 Ekim 1877 tarihli mektup), Sol Yay., s.102
[2] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2 (Wilhelm Blos’a 10 Kasım 1877 tarihli mektup), s.103
[3] Engels, Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi, “İngilizce Birinci Baskıya Giriş”, İnter Yay., 1999, s.15
[4] Engels, Anti-Dühring, İnter Yay., s.209
[5] Engels, Anti-Dühring, s.246
[6] Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı/1, marksist.com
[7] Friedrich Engels Biyografi, Sorun Yay., s.223
[8] Marx-Engels Anıları, Evrensel Yay., s.218
[9] David Riazanov, K.Marx/F.Engels – Hayat ve Eserlerine Giriş, Belge Yay., 1990, s.203
link: İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /8, 16 Mayıs 2021, https://fa.marksist.net/node/7360